Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe

30 Mart 2021 Salı

Kayseri’de 4000 yıllık bir ticaret merkezi Kaniş..



Kültepe -Kaniş kazılarında çıkan çivi yazılı tabletler topraklarımızdan çıkarılan yazılı belgelerin en erken tarihli olanlarıdır yani Anadolu tarihini başlatanlardır. 1881 yılında British Museum  uzmanlarından Pinches,Kapadokya'dan geldiği söylenen ve İstanbul'dan satın alınan çivi yazılı bir tableti yayınlar. Avrupa pazarlarında boy göstermeye başlayan tabletler Kapadokyalı olarak anılır ,tabletlerin pek çoğu Kaniş adlı bir merkezle bağlantılıydı. 

Kazılarda Kaniş’te çok sayıda tablet odası bulunmuş,tabletler ahşap raflar üzerinde kutularda ,sepetlerde yada  yerde büyük çanaklarda çıkmış  ve bu kapların üzerinde içinde ne olduğuna dair etiketler de mevcut olarak.

Tablet yazıcılığında metin bir seferde yazılıp bitirilmeliydi  yoksa kil kururdu.Yazı soldan sağa şeklindeydi,tabletler fırında pişirilmez güneşte kurutulurdu.Kaniş'teki yangın onları pişirmiş ve saklamıştır.Tabletlerin  kilden zarfları vardı ,yollayıcı zarfın üstüne kendi adını,alıcının adını yazar kendine ait mührü basardı.


Tablet yazıcılığı ile ilgili okul Kaniş de var mıydı bilmiyoruz ama alıştırma tableti olduğu anlaşılan tabletler bulunmuştur,okuma yazma öğrenmek için çıraklık kurumu ilk burada başlatılmış.Okuma yazma o dönemde kadın ve çocuklara da öğretilirmiş.Eski Asurca hecelerin listesi oldukça basit ve sınırlı olup 130 hece işareti ve 30 kadar logogram içeriyordu.Kaniş’te bu kadar çok tablet çıkmasında Asur nüfusunun önemli bir bölümünün yazı yazdığını anlıyoruz.Kişisel mektuplar tüccarlara aittir,Onlar da seyahat ederken yanlarına yazıcı almadıklarına göre kendi mektuplarını kendileri yazabiliyorlardı.Kadınların mektupları da çoktur ,bu da kadınların yazıyı bildiklerinin kanıtıdır. Anadolu halkı ile Asurlular arasında iletişim pek de sorun olmamış olmalı ki Asurlu tüccarlar ,Anadoluda evlilik yapmışlardır. 

 Dicle kıyısındaki Asur ile   Anadolu platosunun arasındaki  mesafe 1000 kilometredir. Asurlu tüccarlar eşeklerden oluşan kervanlarla ticaret yapmak üzere Anadolu'ya gelmişlerdir. 

Birçok ticari mal ‘tamkarum’ adı verilen gezgin satış temsilcilerine komisyon karşılığı verilmekteydi .Ticaretin asıl amacı Anadolu'ya satılmak üzere kalay, yünlü kumaş ,lapis lazuli göndermek ve karşılığında gümüş ve altın alıp  geri göndermekti.%90 bakır %10 kalaydan oluşan Tunç için Anadolu'ya gereken kalayı getiriyorlardı.

Kumaşlarında neredeyse tamamı yünlüydü, keten olanlar nadirdir.Kumaşların çoğu Asur’a Babil'den geliyordu,ama tüccarların eşleri kızları ve kadın kölelerin yardımıyla yürütülen ve ev endüstrisine bağlı yerli bir Asurlu kumaş üretimi de söz konusuydu.En çok ve en sık ihraç edilen kumaş çeşidi  ‘kutanum’du, 4,5 metreye 4 metre yünlü bir kumaştı. Bunun dışında ‘koyu kumaşlar’ olarak bilinen ve kalay paketlemede kullanılan yolun sonunda da Anadolu'da satılan ‘sarma kumaşları’ gibi daha ucuz parçalar da vardı.Kumaşlar Anadolu'da Asur’un 3- 4 katı fazla gümüş karşılığında satılabildiklerinden kumaş ticareti çok çekici bir işti ancak zorlukları da vardı;ağırlık yapıyorlar  ve taşıma sırasında güveden korumak gerekliydi. Genelde kumaşlar deri çantalar da taşınırdı,kalay da her biri kumaşa sarılmış 10'ar kilogramlık 3'er levhadan oluşan 30 kilogramlık paketlerde taşınıyordu.Büyük miktar kumaşlar Sarayları satılıyorken küçük miktarları Anadolulular ve olasılıkla bunları satmak isteyen tam karumlar tarafından satın alınıyordu

 Yolculuk sırasında ‘el kalayı’ olarak adlandırılan bir yolluk bulundurulurdu,bununla  kervancı ya da hancının parası ödenir,  geçiş ücretleri verilir, geçilen şehirlerdeki yetkililere verilen hediyelerin ödemesi yapılırdı.Bu masraflar ortalama olarak yükün değerinin %8 ile %10’una  denk gelmekteydi ve Kaniş’e gelindiğinde baş Kervancı yolda ne kadar ödediğinin hesabını çıkarırdı.Kervana  öncülük eden kişiye ‘kaşşarum’ denirdi, bu ya tüccarın kendisi ya oğlu ya da ücretli biri olurdu.Ücret karşılığı bu işi yapan kişi Anadolu’da satmak üzere  Asur’dan gelirken  birkaç parça kumaş getirir ,böylelikle O da bu ticaretten payını alırdı. 



Asur ve Kaniş’te Kadınlar

Milattan önce 2000 de Asurlu kadınlar evliliklerinde eşleri ile eşit haklara sahip olmuşlardır.Çoğunlukla ülke dışında olan tüccarların eşleri evle ilgili konularda kendi başlarına kararlar almak zorunda kalmışlardır.

Asur’da geline evlenirken ailesinden verilen çeyiz onun malıdır ve miras yoluyla çocuklarına geçer.Erkek tarafından kız tarafına düğünde ‘şimum’ denen bir para ödenirdi.Akad  terminolojisinde erkek kızı eş olarak alır. Yemekli bir düğün yapılır genellikle gelin bir duvak takardı, bizdeki küçük altın klişesi gibi takı takma geleneği vardı;bu da 12 grama denk gelen Gümüş. Asurda  tek eşlilik vardı, eğer erkek ikinci eş alırsa yüklü bir cezası vardı ve evlilik sözleşmesi bozulmuş olurdu .Sadece belli koşullarda  ikinci eş alınabilirdi en yaygın olan  çocukları olamaması durumunda ki bu da 3 yılın sonunda olabilirdi,köle bir  kız satın alabilirdi erkek ve O da köle olduğu için eş statüsü kazanmaz ve çifte eşli sayılmazdı.Gerçekten iki eşli olma durumu sadece Asurlu tüccarlara özeldi. Anadolu'da ikinci eşleri olabilirdi ,yasak Kaniş de ikinci evlilik yapmaktaydı.Yine de statüleri aynı olmaz ‘asıl eş’,’ ikinci eş’ olarak adlandırılırdı.İki eş aynı yerde aynı anda olamazdı.

 Tüccar iki  evi de geçindirmek zorundaydı. Anadolu'da uzun kalsa da Asur’'daki eşin ve evin sorumluluğu ondaydı.Boşanmış kadınlar ve dullar yeniden evlenebilirdi.

‘Kutsanmış Kızlar’ adında  sık rastlanan bir gelenekte tüccarlar işçilerinin başarısı karşılığında minnettarlıklarının  bir simgesi olarak ve aynı zamanda sosyal statülerini artırmak için en büyük  bekar kızlarını bir tapınağa adarlarmış  ,bu kızlar aile içinde de söz sahibi olur,saygı görürlermiş. 

23.500 tabletten öğreniriz tüm bunları ve çok daha fazlasını...

Arzu Öztürk
Yunanca/İngilizce Rehber

28 Mart 2021 Pazar

Oltu Taşı..

 


Erzurum’un Oltu ilçesinden çıkarılan ve aynı adla anılan Oltu taşı, Erzurum’un en önemli geçim kaynakları arasında yer almaktadır.19.yüzyıldan itibaren küçük maden ocaklarından çıkarılarak başta tespih olmak üzere çeşitli takı ve süs eşyaları yapımında kullanılmaktadır. Türkiye’de sadece Oltu ilçesinden çıkarılmaktadır. Tek başına kullanılmasının yanı sıra altın, gümüş, bakır ve pirinç gibi madenlerle beraber de kullanır.

Oltu taşının fosilleşmiş reçineden mi yoksa fosilleşmiş ağaç gövdelerinden mi oluştuğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmekteyse de fosilleşmiş reçineden oluşması ihtimali daha yüksektir. Kara Kehribar ‘olarak da bilinir. Taşın en dikkat çekici özelliği yer kabuğundan çıkarıldığında yumuşak olması ve hava ile temas etmediği sürece bu yumuşaklığı korumasıdır. Bu özelliğinden dolayı taşın işlenmesi kolaydır. Hava ile temas ederek sertleşen ve kullandıkça parlayan bir taştır. Genellikle siyah, nadiren koyu kahverengi, gri ve yeşil renklerdedir. Ateşe tutulduğunda alev çıkararak yanar ve geriye bir miktar kül bırakır. Sürtünme ile elektriklenip hafif cisimleri çekme özelliğine de sahiptir.

Oltu ilçesine bağlı köylerden çıkarılır, özellikle Oltu ilçesinin kuzeyinde yer alan Dutlu Dağı’nın güney yamaçlarında dik olarak açılan 70-80 cm. çapındaki galerilerde Oltu taşı yataklarına rastlanmaktadır.

Bu sanat babadan oğula geçmektedir.19.yüzyılda ‘takımcılar ’adı verilen, Türk ve gayrimüslimlerden oluşan kırk sanatkâr, bu sanatı uygulamıştır.

Ustalar tarafından satın alınan taşlar, kullanılacağı zamana dek tekrar toprağa gömülür. Yapılacak objeye göre usta tarafından keserle ağaç bir zemin üzerinde kırılarak bıçakla işlenecek hale getirilir. Kırılan taşlar yapım sırası gelene kadar hava ile temas etmemesi için bir torba içinde nemli olarak toprağa gömülür. Bıçakla yontulduktan sonra tornada son şekli verilir. En son olarak iki aşamalı parlatma işlemi yine tornada yapılır. İlk aşamada ‘şayak’ adı verilen bez parçasına, Çırtı Ağacının kömürü ufalanarak tornadan geçirilir, böylece taşın üstünde ki bıçak izleri yok edilir. İkinci aşamada şayağa önce bir miktar yağ sürülür sonra Palandöken Dağı eteklerinde bulunan bir tebeşir tozu serpilir ve son olarak tornaya tutulur. Oltu taşı en çok tespih yapımında kullanılr, tornadan çıkan her tane aynı ölçüde olmayabilir. Bu nedenle hepsi bir yerde toplanır, yapılacak tespihin büyüklüğüne göre ayrılıp tespih ipine dizilir. Tespih taneleri 3 numaradan başlayarak 20 numaraya  kadar çıkabilir, en çok tercih edilen tespih ölçüsü 8 ve 9 numaralardır. Oltu’da tespih işiyle uğraşanlar ellerine aldıkları tespihin tarzı ve işleme şeklinden ustasının kim olduğunu anlarlarmış.

Bugün Oltu ve çevresinde ki işliklerde ve evlerde Oltu taşından tespih ve süs eşyaları yapılmaktadır.

Erzurum merkezde de özellikle Taş Han’da (Rüstem Paşa Hanı) bu sanatın en güzel örneklerini bir arada görebiliriz..

Arzu Öztürk

Yunanca/İngilizce Rehber

22 Mart 2021 Pazartesi

Polis Kavramı..

 


Bugün Anadolu’da pek çok yer adında polis sözcüğü mevcuttur: Safranbolu, İnebolu, Bolu, İstanbul…

Polis, poli Antik Yunanca’da şehir anlamına gelmektedir, söyleyiş kolaylığından Türkçeye ‘Bolu’ olarak geçmiştir.

Aristotales ‘insan yapısı gereği poliste yaşayan bir canlıdır’ demiştir. Polis aynı zamanda şehir devletini ifade eder. Böyle bir yönetim biçiminin tercih edilmesinde ekonomik ve coğrafi koşulların ötesinde Yunanlı Karakteri yatıyordu. Yunanlı, tüm boş zamanını evinin dışındaki insanlarla sürekli ilişki kurarak zekâsını geliştirebiliyor, davranışlarını düzenleyebiliyordu. Çok az halk bu kadar sosyal olabilmiştir. Kamuoyu agorada oluşuyordu ve Atina’dan başka hangi halk Sokrates yetiştirirdi.

Bir Yunanlı için ‘salt hükümdarın iradesine bağlı bir yönetim altındaysan kölesindir. Bu da insan onuruna aykırıdır. ’Yunanlılar için barbar demek, Yunanca konuşmayıp bar bar diye ses çıkaranlardır, Yunanca konuşmuyorsa Yunanlı gibi düşünmüyor, yaşamıyordur.

Thales de şöyle demiştir: ’Üç şey için Tanrılara şükrediyorum: Hayvan değil insan olduğum için, kadın değil erkek olduğum için, barbar değil Yunanlı olduğum için’

Polis’e yardım etmek herkesin görevidir, bireycilik ön plana çıkmaz, zenginler örneğin vergi ödemek yerine polisin işleri için para sağlardı. Antik Yunan düşüncesi uzmanlaşmayı reddediyordu. Aristotales ‘özgür insan flüt çalabilmeli, ama çok usta olmamalı’ diye ifade etmiştir. Üzerinde durulması gereken bir kavram da ‘arete’ yani ‘erdem’ çok önemliydi. Örneğin yarış atının aretesi ‘hızı’ olmalıdır. İnsan içinse birden fazla alanda mükemmellik, Odysseus örneğin; yüce bir savaşçı, iyi güreşçi, aynı zamanda kendi salını da yapabilir.

Arka arkaya başarısız sonuçlar alınan savaşlar başta olmak üzere pek çok neden polisin çöküşünü hazırlar. Artık polisin yerini kosmopolis almaya başlar. Yoksulsa polise çıkar kaynağı olarak bakıyor, zenginse kendiişlerini geliştiriyordu. Eski komedialar baştan sona siyasal unsurlarla doluyken ve sahnede konu edilen polisin yaşamıyken artık konular günlük yaşamdandı.

Uzmanlaşma ne kadar reddedilse de gelişme kaçınılmazdı, aslında polisin çöktüğü nokta budur.

Sofistlerinde polis üzerinde yıkıcı etkisi olmuştur. Eğitim önceden herkese açıkken Sofistler bu işi para karşılığı yapmaya başlayınca eğitimli kişi ve eğitimsiz kişi arasında ilk kez ayrılma görülür. Bunun sonucunda da eğitimli insanlar kendi şehirlerinde ki eğitimsiz insanlardansa başka şehirlerde ki eğitimli insanları yeğlerler. Bu da yavaş yavaş kosmopolis kavramını başlatır.

Polisin bir özelliği de insanların kendilerine yetebilmesiydi, birbirlerinin ürünlerine karışmazlardı ama ticaret hızla gelişmeye başlayınca insanlar artık kendine yetenin ötesine geçerler.

Artık erdemden söz açılınca da şöyle deniyordu ’her şey senin erdemden ne anladığına bağlıdır’

 

 Arzu Öztürk

Yunanca/İngilizce Rehber

15 Mart 2021 Pazartesi

Sen Hiç Sarıkamış’ı Gördün mü?

 


….Sen hiç Sarıkamış’ı gördün mü kedi? Sarıkamış içinde Aynalı Çarşı. Aynalı Çarşı cehennem. Sarıkamış savaşını görmemiş yaşamamış insan dünyada hiçbir şeyi görmemiş yaşamamış demektir. Erzurum içinde aynalı çarşı. Sen kedi sen hiç, uykucu, rahat, gerinen kedi, sen hiç Allahuekber dağında olup biteni gördün mü?

Yaşar Kemal

Sarıkamış’ta yaşananlar ve bir müze: Kafkas Harp Tarihi Müzesi

Osmanlı İmparatorluğu için 1915 senesi Birinci dünya savaşının en kanlı senesiydi. Sarıkamış Cephesi ile savaşa dâhil olunmuştu. Kış mevsimi olması, yeterli hazırlığın olmaması nedeniyle belki de baştan kaybedilen bir savaşa girilmişti. Doğu Cephesi’ne hâkim komutanların karşı çıkmaları da fayda etmez.

10.Kolordudan bir asker yaşadıklarını şöyle aktarır: ’O gece yarısına kadar o yaylanın Kuran sesiyle inlediğini çok iyi hatırlıyorum.. herkes ölmek üzere olduğunu biliyordu.. mahşer gibi. Ne var ki gece yarısından sonra Kuran sesleri kesildi. Çünkü yaralıların hepsi öldü. Kolordu şehit oldu, asker dondu.’

Böyle ayakta.. olduğu yerde donanarak şehit olan Osmanlı askerlerini gören Rus komutan anılarında şöyle yazmış:’Allahuekber Dağında Türk müfrezesini esir alamadım, bizden önce Allahlarına teslim olmuşlardı. İlk sırada diz çökmüş beş kahraman, omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar, kaput yakaları, tanrının rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı, hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları, ya gözler? Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile kapatamadığı gözleri apaçık. Tabiatada, başkumandanada, karşısında ki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler..O ürkütücü ayaza rağmen altı masal güzeli mehmed, sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir.’

Kafkas Harp Tarihi Müzesi, Sarıkamış Cephesinde yaşananları, belgeler, fotoğraflar, canlandırmalar eşliğinde bizlere yaşatan bir müzedir. Asker mektuplarından örnekler, revir canlandırması gibi çok detaylı bir çalışmanın ürünü olan müze Sarıkamış şehitlerimizi anmak için çok önemli bir duraktır. Bir gecede Rus baskını ile tüm askerleri şehit olduğu için ‘Kanlı Tabya’ adıyla anılan tabya restore edilerek müze binasına dönüştürülmüştür.


Arzu Öztürk

Yunanca/İngilizce rehber 

 

 

11 Mart 2021 Perşembe

Tufan Karadenizde mi oldu?




Tufan nerede oldu? Bazı jeologlara göre Karadeniz'de oldu,buzulların erimesiyle Karadeniz’de su seviyesi yükselince ,yaşadıkları yerleri bırakmak zorunda kalanlar tarafından öykü ağızdan ağıza  Mezopotamya'ya kadar gitmiş,yazı icat edilince de yazıya dökülmüş. 

Bu teoriye göre,Buzul Çağı’nda şimdikinden 100m. alçak seviyede ve bugünkünün üçte ikisi büyüklüğünde bulunan bir tatlı su gölü olan Karadeniz ,Buzul çağı sonunda eriyen buzulların yükselttiği Akdeniz’in sel sularıyla kabarır,aradaki Boğaziçi Vadisi’nde bir gedik açarak hızla Karadeniz’e boşalan sular da bu da tufana neden olur.


 Tufan hikayesinin  hep ilk Tevrat'ta geçtiği sanılırdı ama Ninive kazısında(1872) çıkan bir tablette de aynı hikayeyi görmek çok şaşırtıcı olmuştur. Hikaye,Gılgamış Destanı'nın(Destanın yazılı olduğu tabletler British Museum’dadır) son kısmını oluşturmaktadır.Kısaca şunlardan bahsetmektedir;insanlar öyle çoğalmıştı ki Tanrılar onların gürültüsünden uyuyamaz hale gelmişler ve dört  büyük Tanrı insanları yok etmeye karar vermişler, sadece Bilgelik Tanrısı Enki duruma üzülür ve  Tanrıların Tufan yapacaklarını ,bir gemi yapmasını bilge bir kişi olan Utnapiştim’ e söyler.Geminin tarifini de verir.Utnapiştim yedi  günde gemiyi  yapar, gemi yapılırken şenlik oluyor ,adeta yılbaşı gibi etler yenir, şaraplar içilir.Utnapiştim gemiye ailesini, hayvanları ve altınlarını doldurur, geminin kapısı kapanır kapanmaz Tufan başlar.Gökten sular iner yer tanrıları da yerden fışkırtır suları,altı gün altı gece sürdükten sonra  yedinci  günde gemi karaya oturur.Utnapiştim yedi  gün bekleyip bir güvercin salar ama konacak yer olmadığı için geri döner ,sonra kırlangıç salar o da döner, sonra Kuzgun ama o dönmeyince  dışarı çıkarlar.Utnapiştim dağın tepesine kurbanlarla içkiler sunar.Ancak tufanı yaptıran  Tanrı Enlil gelir,kim bunları kurtardı diyerek öfkelenir Tanrı Enki araya girer sonunda Utnapiştim ve karısı ölümsüzlük alır.Hikaye Akadça ama isimler Sümerce, sonra bir tablet daha bulunur onda tüm hikaye Sümercedir.

Aynı olay Tevrat’ta şöyle geçer::İnsanlar çok bozulmuş olduklarından Rab onları yok etmeye karar verince Tanrının yolundan giden Nuh’a ;bir tufan yapacağını,kendisinin bir gemi yapmasını söyler. Ayrıca geminin nasıl yapılacağını ve içine neler alacağını da anlatır.Tufan başlar,kırk gün sürer,yeryüzünde herşey  yok olur,gemi 7. ayda ve ayın 17.gününde Ararat dağına oturuyor.40 gün bekledikten sonra Nuh ,bir kuzgun salıyor geri gelince güvercin uçuruyor,üçüncü defa gönderdiği güvercin dönmeyince karaya çıkıyorlar.Kurbanlar kesiyor Nuh ve Tanrı bir daha tufan yapmamaya karar veriyor...


Arzu Öztürk

İng/Yunanca Rehber


Cılavuz Köy Enstitüsü

 


Kuzey Doğu Anadolu bölgesinin yoksul çocukları için umut oldu, Artvin, Ağrı, Ardahan, Erzurum ve Kars’tan gelmişti öğrencileri. Cılavuz’un coğrafi konumundan dolayı, köy enstitüleri tarihinde özel bir yeri vardır.1930’ların sonunda Ankara’ya bu denli uzakta bir coğrafyada olması heyecan vericiydi.1937 de Cılavuz Eğitmen Kursu açılır ardından köy enstitüsüne dönüştürülür. Cılavuz adı; cılavu, atın yuları, gemi demek olan kelimeden türetilmiş olmalı zira yöre halkının rivayetine göre bu bölgede Osmanlı Dönemi’nde atların yularlarının saklandığı oldukça büyük depolar bulunmaktaydı.

Köy enstitüleriyle beraber, artık köyün değişimi, köye yabancı ve köylünün de ‘yaban’ olarak gördüğü aydınlarla, dışarıdan gelen bilgiyle ve özneler aracılığıyla değil, içerden ‘köyün canlandırılması’ yoluyla, köylü çocukları tarafından gerçekleştirilecektir.

Cılavuz, Kars merkeze 23km.uzaklıkta, Susuz ilçesi sınırlarında yer alır. Ruslardan kalan binalar okul binası olarak kullanılmış. Okul bünyesinde pek çok işlik bulunuyordu:

Dikiş İşliği:İç çamaşırları ve elbiseler burada dikiliyordu.

Dokuma İşliği: Enstitü’nün ihtiyacı olan dokumalar yapılır, ayrıca uzun kış günlerinde köylünün de bu tezgâhları kullanmalarına önem verilmiş, öyle ki İkinci Dünya Savaşı koşullarında bez yokluğundan dolayı köylüler için ‘kefen bezi’ dokumuşlar.

Demircilik İşliği: Balta, kazma, kürek yapılıyor, pulluk, araba vb. tamir edebiliyorlardı.

İsmet Paşa’nın Enstitüyü ziyaret edeceği öğrenilince Arıcılıktan sorumlu öğretmen Zakir Hoca bir hazırlık yapmak ister. Büyük bir uğraşı ile peteğin ortasına Paşa’nın profilini yapar, kovana koyar gerisi arılara kalır. Cumhurbaşkanı geldiğinde Zakir Hoca hediyesini sunar, Paşa, nasıl yaptınız diye sorunca;

Kovandaki arılarla bir toplantı yaptığını, onlara şöyle dediğini anlatır; ’bakın İsmet Paşamız geliyormuş, haberiniz olsun, eli boş gönderecek değiliz, bir şeyler düşünün, onlarda dağın, toprağın çiçekleriyle konuşmuşlar, el birliğiyle yapmışlar, bize de sunmak kaldı ’der.

Cılavuz’un yöre insanı için nasıl kıymetli olduğuna dair bir de anlatıdan bahsetmek isterim: İki genç evlenmeye karar verir, oğlan tarafı kızı istemeye giderler, oğlanın babası övünerek oğlunun okuduğu okulları sırasıyla anlatır. Kızın babası dinler ki Cılavuz’un adı geçmez, hemen itiraz eder ‘Ya Cılavuz’ diye sorar. Yani Cılavuz’da okumadıysan bu kadar övünmen boşuna..

 Arzu Öztürk

İng/Yunanca Rehber

  

Mıgırdiç Margosyan’ın Diyarbakır’ı..

 


 ..Biz yoğurdu bez torbalar içinde  saklardık. Çarşıdan aldığımız bir bakraç yoğurdu Amerikan bezinden bir torbaya doldurur yüksek bir yere asardık. Torbadan pıt pıt diye sular damlardı ’Pıt’lar kesildiğinde suyu iyice süzülmüş yoğurt ,yoğurt olmaktan çıkar, sanki tereyağına dönüşürdü. Torba yoğurdundan bir parça tasın içine koyduktan sonra üzerine kuyudan çektiğimiz buz gibi suyu dökerek bir güzel karıştırdık mı nefis ayranımız hazır demekti. Ayranın içine evdeki kurumuş bayat ekmekten ufak ufak doğradık mı ekmeğin bizden önce ayranımızı büyük bir iştahla içip şiştiğini görerek daha fazla zaman kaybetmeden kaşıkla tasın içine dalardık. Onun için anamız bize ‘Di Hadi git kilerden bir tas yoğurt getir dediğinde hiç nazlanmadan koşup kilere dalar uslu uslu anamızın sözünü dinler, bundan da hiç pişman olmazdık.

 

 Biz ekmeği ceviz içiyle de yerdik. Kilerden, ceviz küpünden sekiz on tane ceviz alır, çöker dik yere, bir taş parçasıyla cevizleri kırar, içini çıkarır, sonra ısırdığımız bir parça ekmeğimizle katık edip yerdik. Ekmeği elimizle koparmaz, ısırırdık. Daha sonraları İstanbul'da ekmeğin ısırılarak yendiğinde ayıp  olduğunu duyduk, hayretler içinde kaldık… Oysa en lezzetli ekmek ısırılarak yenen ekmektir. Evet, ekmek dediğin elle koparılarak yenir. Biz bunu da yapardık ancak ayran çorbası, ayran aşı, mercimek çorbası, nohut, kuru fasulye gibi yemeklerde ekmeği yemeğe doğrar sonra da kaşıklayarak yerdik.

 

 Diyarbakır'ın kara kışı henüz gelmeden, sonbaharda herkes kışlık hazırlıklarına başlardı. Her aile kendi kesesine veya başka bir deyişle kendi killerinin büyüklüğüne göre, bir, iki, üç veya dört koyun keserdi. Koyunlar tüm günahlarını yüzülmüş derilerinin üzerinde bırakır, kocaman bakır kazanlara girer, kazanların altında yanan odunlarla cehennemin tadını tadar, kavurma olur çıkarlardı. Kavurma kazanında fokur fokur kaynayan yağın içine ince ince dilimlenmiş ekmekleri atınca ekmekler sevinçlerinden çılgına döner sünger gibi yağı içmeye başlarlardı. Bu ekmekleri yemek için insanın acıkması gerekmezdi. Gırtlağımıza kadar tok bile olsak bu ekmeklerden yemeden yapamazdık. Zaten kavurma kazanın içindeki bu ekmekler kapanın elinde kalırdı acele davranmayanlar hava alır, boşuna yutkunur dururdu…

Mıgırdış Margosyan'ın Gavur Mahallesi Kitabından 

Arzu Öztürk

İng/Yunanca Rehber


Antep ve Hamam Kültürü

 

“..Hiçbir iş tutamıyorsan git de hamam kapısında kil sat!”

Hamamlar aynı zamanda sosyal yaşamda olamayan kadınların kendi aralarında toplanabildikleri yerlerdendir. On beş günde bir ekmek yapılır, ev temizliği ve sonra hamama gidilirmiş.

Hamam günleri adeta bir seremonidir kadınlar için. Hamam bohçaları; sırmalı bohça; elbiseler için, altın tel işlemeli bohça; iç çamaşırlar için, Antep işi işlemeli bohça; meşefe (havlu)takımı için, hamam tası, habbap (takunya),tarak tası(kadınlar yegâne maddi güvenceleri olan takılarını hamam günü temizlemek bahanesiyle! Evde bırakmazlarmış, sabun, tarak koydukları tas yıkandıkları sırada takılar içinde kullanılırmış.) içerirdi. Hamam günü hamamın bu iş için görevlisi olan natır eve çağrılır, hamam bohçalarının olduğu torbayı teslim alır, torbanın üzerine birde ipek halı atılır, öğleye yakın hamama gönderilir. Daimi müşterilerin hamamda belli yerleri vardır, halısı hep aynı yere serilir, torbası sekiye (bu sekiler 1m. yükseklikte  taş oturtmalıklardır, üstlerinde de tahtadan 45-50 cm. eninde kerevit olurdu halı tüm bu sekiye örtülürdü),müşteri gelince torbayı açardı.Bohçaları üst üste dizdikten sonra soyunup mezere (peştamal) sarınırlar ,ayakkabılar kerevitin altına konur, habbaplarını da giyip tarak ve tası aldıklarında hamama girmek için hazır olurlardı. Kil tası natır tarafından kurnaya bırakılır, müşterinin yıkanmasına yardımcı olan kişi(gayme)başına kil sürer, masaj yaparak saçını yıkar, ardından keselenir en son sabunlanırdı. Bu birinci fasıldan sonra sular kesilir. Artık yemek zamanındır. Evden getirdikleri çeşitli yemekleri hep beraber yer ve sohbet ederlerdi. İkinci defa sular verildiğinde son fasıla geçilir, gayme tarafından iyice liflenirlerdi. Yıkanma işi bitince üç parçadan (aşağı,yukarı, baş)oluşan meşefe takımına sarınırlar, ayaklarını yıkamaları için gaymenin getirdiği bir tas suyu dökerler ve böylelikle hamam günü sona erer…

Özel günlerde de hamama gitme âdeti vardı:

Kız Hamamı

Düğünden bir gün önce gidilirdi. Yıkanma işi bitip gelin hamamdan çıkarken, hamamın iki kapısı arasında başına bir küçük şişe Şamşırak dökülürdü(tarçın ve pembe şeker boyasından oluşan bir sıvı)Damada daha güzel görüneceğine inanarak bunu yaparlarmış..

Lohusa Hamamı

40.gün hamama gidilir. Lohusa yıkandıktan sonra önceden hazırlanan ‘Nevse Emi’ (zencefil, tarçın, anason, kimyon, keten tohumu, kişniş, karabiber, bal ve pekmezden oluşan bir karışım)bütün vücuduna sürülür, baharatlar Onu çok terletir ve ağrısının, sızısının bu terle atılacağına inanılır. Ardından bebek de yıkanır, annesinin başı üstünde tutulur ve hamamlarda bu iş için bulundurulan kurt başı kemiği (kötülüklerden koruyacağına inanılırmış)bebeğin üstünde gezdirilir. Ağrılara iyi geldiğine inanıldığı için Nevse Emi hamamdaki diğer kadınlara da ikram edilirmiş.

 Rehber Arzu Öztürk


9 Mart 2021 Salı

Zeugma Mozaik Müzesi


Zeugma antik kenti Gaziantep'e 50 Nizip ilçesine 18 kilometre uzaklıkta yer alır.

 Büyük Bir İskender Pers Kralı Darius’u kovalarken Fırat Nehri üzerinde demir bir köprü yaptırır ve bir şehir kurar. Kendisinin ölümü üzerine ünlü generallerinden Selevkos Nikator nehrin diğer yakasına “Selevkos Euphrates” şehrini kurar.

 İki şehir bir köprü ile birbirine bağlı olduğu için hepsine “köprü-geçit” anlamını taşıyan “Zeugma” adı verilir. Zeugma şehri Roma döneminde stratejik öneme sahip önemli bir şehirdir.

Zengin Romalılar Fırat manzaralı villalarda yaşarlar. 2 Katlı ve avlulu olan evler yamaca yaslanmış olarak inşa edilirler. Demir korkuluklu pencereler camla kaplanmış, duvarlar fresklerle ve yerler mozaiklerle süslenmiştir. Bugün Zeugma Müzesinde sergilenen mozaikler bu villalardan getirilmiştir. Zeugma mozaik müzesi Hatay, Şanlıurfa ile birlikte Türkiye’deki 3 mozaik müzesinden biridir. Mozaik yapımında kullanılan taşlar Fırat nehrinden alınmıştır. İstedikleri rengin bulunmaması durumunda ise renkli cam kullanmışlardır. O dönemde mozaik sanatı Roma’da çok popüler olmakla beraber sonraki dönemlerde Hristiyanlar kiliselerinde de bu sanatı uygularlar. Latincesi “musaicum” olup; en erken örneklerini Sümerlerde görüyoruz. Bir evdeki mozaikler o ev sahibinin ekonomik durumu ve kültürel seviyesi hakkında bilgi verir. Mozaikler katalogdan seçilebilir veya özel tasarım olarak da yaptırılabilirdi, katalog mozaikleri şüphesiz daha ucuzdu. Önce malzeme toplanır ve harç üzerine ana şekil çizilirdi. İşçilik gerektiren bu sanatta Usta 1 metrekareyi bir günde tamamlardı.  Geometrik şekiller daha kolay ayrıntı gerektiren şekiller daha uzun sürelerde tamamlanırdı. 

Bordürler ise en son yapılırdı. Desen bittikten sonra törpü taşı ile törpülenir sonrasında ise üzerine ince bir boya tabakası sürülürdü. Mozaik sanatı babadan oğula geçen bir sanattı.

Zeugma antik kenti baraj yapımı sonrasında sular altında kalma tehlikesi gösterince acil olarak ve tüm dünyadan yüzlerce arkeoloğun katılımı ve gece gündüz çalışması ile yani bir kurtarma kazısı ile 2000 yılında kurtarılmıştır. Sonrasında ise günümüzün en modern müzelerinden sayılan Zeugma Mozaik müzesine getirilerek sergilenmeye başlanmıştır.

Zeugma Mozaik Müzesi, 9 Eylül 2011 tarihinde eski Tekel binası yerine yapılan 1700 metrekarelik (dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi) müze olarak açılmıştır.

Güneydoğu Anadolu ve Gaziantep turlarımızın hepsinde bu kültürel zenginliği misafirlerimize sunuyoruz. Sizleri de bekliyoruz.

Rehber Arzu Öztürk


Urfa Hakkında Kısa Bilgiler 3

  Harran Ulu Camii 8.yy. da son Emevi Halifesi 2.Mervan yaptırır, adı ‘Cami el Firdevs’(Cennet Camii)olarak geçer kaynaklarda. Doğu cephes...