Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe

28 Nisan 2021 Çarşamba

Urfa Hakkında Kısa Bilgiler 3

 

Harran Ulu Camii

8.yy. da son Emevi Halifesi 2.Mervan yaptırır, adı ‘Cami el Firdevs’(Cennet Camii)olarak geçer kaynaklarda. Doğu cephesi kısmen ayaktadır, kare planlı caminin üç aşamada yapıldığı tahmin ediliyor, yani zamanla büyütülmüş. Emevi Dönemi’ne ait asma, üzüm dalları ile süslü muhteşem sütunlar varmış, iki tanesi bugün Urfa Müzesi’ndedir.

Harran gezisini bitirdikten sonra kümbet evde bir mırra molası.

Adı Arapça acı anlamına gelen ‘mur’ sözcüğünden türetilmiş olan mırra, yapımı oldukça zahmetli bir içecektir.1kg. Kahve çekirdeğinden sadece 4 lt. mırra elde edildiğinden ve yapması emek istediğinden ağa içeceği olarak geçer, halk sadece özel günlerde hazırlar. Çiğ çekirdek tavada kavrulur, ağaç dibekte dövülür. Dövülmüş kahve çekirdekleri suda uzun süre köpüklenerek telvesi ayrılana kadar kaynatılır. Telvenin üzerinde kalın bir sıvı oluşur buna şerbet denir, bu sıvı mutbak adlı bir kaba boşaltılır ve yeniden kaynatılır, üzerine tekrar bol miktarda dövülmüş kahve ve su eklenip kaynatılır. Tekrar şerbet süzülür ve başka bir mutbağa boşaltır. Hazır hale gelen mırra soğuduktan sonra uzun süre saklanabilir, içilecek miktar ısıtılarak ikram edilir. Bu zorlu işlem beş-altı defa tekrarlanır, kaynatma işlemi ise altı-yedi saat sürer. İkram iki kulpsuz fincanla, büyükten küçüğe yapılır. Fincana önce bir yudumluk mırra doldurulur, içtikten sonra tekrar aynı miktarda kahve ikram edilir, misafir ikinciyi de içtikten sonra fincanı kahveciye geri verir, o da fincanı bir peçete ile siler ve bir sonraki konuğa aynı fincanla ikrama devam eder. Eski geleneklerde mırrayı içtikten sonra fincanı yere bırakmak ayıp olarak algılanırdı, eğer bu hatayı yaparsan ikram eden bekarsa evlendirirsin değilse fincanı altınla doldurursun.

Şekersiz içilen mırra acı bir kahve olmasıyla taziyelerde ikram edilir ve içenler acınızı paylaşıyoruz demiş olur.

Harran’da rengarenk giysileriyle kadın ve erkekleri görürsünüz ve sizlerde bu kıyafetlerden giyinip fotoğraf çektirebilirsiniz.

Erkekler, genelde beyaz renkte fistan denen bir elbise ve altına şalvar, üzerine kahverengi, siyah yada krem rengi cüppeye benzer bir aba giyerler. Başlarına neçek denen beyaz yada siyah-beyaz kareli bir tülbent ile üstüne ıgal denen bakır tel ve deve yününden bir taç takarlar.

Kadınlar, fistan denilen ince, uzun kollu bir elbise ve üzerine zıbın denilen önden açılıp kapanan ikinci bir elbise giyerler, bellerine kemer takarlar.

Yörede belli bir yaşın üzerindeki kadınlarda   dakk, dekk denilen bir dövme ile karşılaşırız. Özellikle alt dudak, çene bölgesine yaygın yapılır. Anne sütü, is ve hayvan ödünden bir karışım hazırlanarak yapılır, eskiler kız çocuğu doğuran annenin sütünün mavi renk verdiği için daha özel olduğunu söylerler.


Arzu Öztürk

Yun/İng Rehber

24 Nisan 2021 Cumartesi

Urfa Hakkında Kısa Bilgiler 2

 

Harran…

Zamanında ana yolların birleşme noktasında, ticaret hayatının yoğun olduğu, kapalı çarşılarla dolu, zengin bir yerleşim yeriymiş. Akadca metinlerde  Har-ra-na olarak geçer, anlamı; seyahat, kervan, kesişen yollardır. Akdeniz’i Pers topraklarına bağlayan bir konumdadır. Yaklaşık 4300 yıldır adı değişmemiştir. Hitit tabletlerinde, Hititler ile Mitanniler arasında yapılan bir anlaşmada Harran adı geçer. “Bu antlaşmaya Harran’daki Ay(Sin) ve Güneş Tanrısı şahit olsun…”

Urfa Devletinin Hristiyanlığı kabul ettiği dönemden çok daha ileriki zamanlarda Harran’da putperestlik devam etmiştir. Harran Sabiizmin merkezidir.

Zamanında Daysan ve Cüllab nehirleri arasında, bereketli topraklara sahip bir yer olan Harran zamanla bu ırmakların kurumasıyla zor günler geçirir. Yeniden canlanması GAP Projesi ile olur. Bugün ağırlıklı olarak pamuk (%70) tarımı yapılmaktadır, pamuğu %15 buğday ve %15 mısır tarımı izler. Harran bereketli günlerinde pamuklarının kalitesi ve tartı aletlerinin ünü ile anılırmış. Bugünde bölge ekonomisi pamuğa dayalıdır.

Kümbet Evleri

Dünyada çok özel bir mimariye sahip olan evler Harran’ın simgesidir.100-150 yıllık evler, kare planlı birimlerin bir araya getirilmesiyle ihtiyaçlar doğrultusunda genişletilebilecek şekildedir. Evler tarihi kentin yıkılmış yapılarından toplanan taş ve tuğlalar ile toprak sıvadan yapılmıştır. Kubbeler beden duvarının üstüne örülen bir kasnak üzerine bindirme tekniği ile tuğlalardan örülerek yapılır. Antik şehirden çıkan tuğlalar pişmiş topraktan olduğu için çok dayanıklıdır. Kubbe kısmında en tepede hava sirkülasyonu ve aydınlık için bir delik bırakılır. Ama bu açıklık yağmur girmeyecek şekilde ters v şeklinde 2 tuğla ile örülür. Evler dıştan elle uygulanan bir sıva ile kaplıdır, içtede sıva belli bir yüksekliğe kadar yapılır.

1979 yılında Sit Alanı ilan edilir. Bu tarihten sonra antik şehirden malzeme almak yasaklanınca yeni ev yapımında doğal olarak son bulur. Harranlılar da beton evlerde yaşamaya başlarlar, sur dışında yeni mahalleler oluşur.

Arzu Öztürk

Yun/İng Rehber



18 Nisan 2021 Pazar

Urfa Hakkında Kısa Bilgiler

 


Güneydoğu Bölgesi’nin Kültür başkenti Urfa

Tarih boyunca Edessa, Ruha, Urha olarak anılmış. Edessa adını Büyük İskender vermiş, doğduğu şehrin adından dolayı. Urha, Süryanice ‘sulak yer’ demek. Araplarda Ruha olarak anılmış. GAP Projesi ile yeniden hayat bulmuş. Güneydoğu Torosların orta kısmının güney eteklerinde, Kuzey Mezopotamya’da yer alır.

Şehir merkezinde İbrahim Peygamber’in doğduğu mağara, Urfa Kalesi, Balıklı Göl, Arkeoloji ve Mozaik Müzesi, Tarihi Hanları ile sizi bekleyen Urfa’nın çevresinde de çok özel tarihi yerler bulunmaktadır.

Soğmatar

Suk, çarşı ve matar, yağmur sözcüklerinin birleşmesinden gelir adı. Yeni yerleşimin adı da Yağmurlu ’dur.

20.yy. ın başlarında, arkeoloji ’ye meraklı, Fransa’nın Bağdat Konsolusu Henri  Pognon köye giriş yolunun sağında dağa oyulmuş, üç tarafında insan boyutunda kabartmalar ve Süryanice yazılar bulunan bir mağara keşfetmiş, mağarada Onun adıyla anılır, Pognon Mağarası. Soğmatar da Harran gibi Sin’in merkezlerindendir ve M.S.2.yy. da olsa Sin Kültürünün somut kalıntılarını barındırması ile çok önemlidir.

Üstünde sunak yeri bulunan ve Kutsal Tepe diye anılan yerin çevresinde dokuz tepe daha vardır. Bu tepelerin giriş yerlerinin hepsinin Kutsal Tepe’ye bakması  belki de  gezegenler, ay ve güneşi temsil eden bir düzenlemedir.

Şuayip Antik Şehri

Yüzlerce yeraltı mağarası ve Roma-Bizans kalıntıları bulunuyor. Şuayip Peygamber buraya geldi mi bilinmez ama mağaralardan biri Onun Makamı olarak ziyaret edilir.

Han El-Ba’rur Kervansarayı

Tek Tek Dağları yakınında, Harran –Bağdat yolu üzerinde yer alır.13.yy. Eyyubi Döneminde inşa edilen kervansaray yazlık kışlık bölümleri, hamamı ile Selçuklu Kervansaraylarının tüm özelliklerini taşır.


Arzu Öztürk

Yun/İng Rehber

 

 

11 Nisan 2021 Pazar

Eski Türklerde Defin Ritüelleri

 

Insanların inançları ile paralel ölüm merasimleri ve bu merasimlerin etrafında şekillenen defin, yas ve anma törenleri gelişmiştir.Eski Türklerde öldü demek için ‘ kergek oldu ‘ ‘gerekenle buluştu’ deyimleri kullanılmış. Göktürkler'de ‘uçarak gitme’ ruhun uçup tanrı katına gittiğine karşılık geliyordu Ayrıca bedeni terk eden ruhun ağızdan çıkarken kuşa dönüştüğüne inanılırdı.Eski Türklerde üç tip ölü gömme görüyoruz :


Toprağa gömülme;en  sık olanıdır.Sırtında elbisesi olur ve silahları, şahsi eşyalarıyla beraber gömülürdü.Ölü  ev şeklinde açılan bir mezara konur, eline içki dolu (olasılıkla kımız) bir çanak verilirdi.Mezarlar kurgan olarak anılıyor ve kurganlar daha çok statü bakımında ön planda olan şahıslar için hazırlanıyordu.


 Kırgızların Manas Destanı'nda Han Köketay’ın cenaze töreni şöyle anlatılır:

"Ey benim Ulusum,gözlerim  yumulduğu zaman, vücudumu kımızla yıkayın, etimi kılıçla kemiklerinden sıyırın, kemiklerime zırhımı giydirip, deri ile sarın. Dörtyolun  ağzındaki türbem mavi göğe benzer mavi kubbeli, aya benzer bir yapı olsun."

 Toprak  kutsal sayıldığı için toprağa gömme daha yaygındır.Şaman Türkler,  zayıf çocukları güçlensinler diye toprağa bastırırlarmış.

 Türklerde savaşta ölmek büyük şerefken  hastalık ya da yaşlılıktan ölmek  makbul görülmemektedir.

Mezarlar dağlık ve ormanlık alanlar ve akarsu vadilerine yapılırdı. Marco Polo büyük Tatar hanları ve soylularını  100 günlük mesafede dahi olsa Altay Dağı’na  gömdüklerini söyler.  Yüksek dağın nedeni Tanrı’nın gökyüzünde yaşıyor olması ve  böylelikle ona daha yakın olmak isteğidir.Her boyun ve ovanın kendine ayrılmış kutsal dağı olurdu.


Suya gömülmedede suyun günahları temizlediği inancı yatmaktadır. Atilla'nın da bir ırmağa gömüldüğü rivayet edilir. Yakılma ;daha seyrektir.Burada da ateşin ölüm ve ölenin etrafta bıraktığı kötü etkiye kaldırdığı inancı yatar. İran'da ateşe tapılırken Göktürkler'de ateş bir çeşit büyüydü;i kötülüklerden arındıran ,kötü ruhları kovan..

Cesedin terk edilmesi;bu yöntemde  ölü ,ağaçlar üzerine ya da yere çakılmış kazıklar üzerinde  bir tabut içinde bırakılırdı.Bunda da ölümden kaçma uzaklaşma fikri yatar. Defin işlemi her zaman yapılmaz yılın belli dönemlerinde olurdu.İlkbaharda ölenler sonbaharda, kışın ölenler ise ilkbaharda defnedilirdi.Bu bekleme sürecinde ölüye mumyalama işlemi yapılırdı. Ölünün arkasından kurbanlar kesilir ve çadırın önüne bırakılırdı. Bazen ölünün akrabalarının yüzlerini keserek ağladıkları da olurdu ,yine saç ve sakal kesmek geleneği de oldukça yaygındı, ölen kişinin eşinin ve çocuklarının saçlarını örüp kesip mezarın içine bıraktıkları da bilinmektedir.Birçok kültürde olduğu gibi Türklerde de yas tutan kişiler genellikle siyah bazen de mavi renk giyinirlerdi.Yine ölümden sonraki hayatın ters olduğunu düşünen Türkler özellikle Kırgızlar ,mezara bırakılan ölünün atının üzerindeki eyer de ters giydirilirdi. Bu yüzden cenaze törenlerini akşam ya da gece yaparlardı ki öteki dünyada gündüz olsun diye.Kurganlardan çıkarılan at cesetlerinin de kuyruklarının örgülü olması ölen kişinin savaşçı ve yiğit bir insan olması anlamına geliyordu.Ölüyü eşyaları ile gömdükleri gibi atlarıda eyerleri  ve koşum takımları ile birlikte gömmüşler.Eski Türklerde kurban geleneği; kanlı kurban ve kansız kurban olarak iki çeşittir.Kansız kurbanda hayvan en az kanı akıtılacak şekilde kurban edilirdi ,örneğin atların kafalarına sert bir cisimle vurularak kurban edilmeleri gibi..Kurganlarda yapılan kazılarda bazı atların yüzünde maske olduğu görülmüştür ,bu Çin'de yaygın olan bir gelenektir ve  Türklerde onlardan etkilenmiş olmalıdır. Yine kazılarda kırmızı renkte aşı boyasının ölüye sürüldüğü görülmüştür, kırmızı kanı temsil ediyor  ve dirilmenin de hayat sıvısı olan kandan gerçekleşeceği düşüncesiyle ölülerin yüzleri boyanmıştır.Cenaze törenleri yuğ ve yağ olarak adlandırılırdı.Savaşçı bir toplum yapısına sahip olan Türkler savaşta öldürdükleri düşman sayısı kadar mezarlarına  Balbal adı verilen heykeller dikmişlerdir.Bu ölümden sonra düşmanlarının kendilerine hizmet edeceği düşüncesinden geliyordu.Bu heykeller kabaca yontulmuş ,belden yukarısı tasvir edilmiş, çoğu zaman elleri önlerinde birleşmiş vaziyette betimlenmiştir.Başlangıçta taştan yapılan heykeller ve balballar 6.yüzyıldan itibaren yaygın olarak görülmeye başlamıştır ,13. Yüzyıldan sonra ise ağaçtan yapılmaya başlanmıştır.


Balballardan farklı olarak ‘taş baba’ ve ‘taş nine’ diye adlandırılan ve mezardaki ölüyü temsil eden taş  heykellerde yapılmıştır.Bunlarda tüm uzuvlar belirgin ve detaylı şekilde tasvir edilmiştir. Bu gelenek 20. yüzyılda Anadolu’nun  bazı bölgelerinde de  devam etmiştir. Kayseri, Çıldır, Ardahan bölgesindeki Sünni mezarları ve Mersin bölgesinde Tahtacı Türkmenleri ait olan alevi mezarlarında bu taş heykellerin örnekleri mevcuttur.

İslamiyeti kabul eden ilk Türk Devleti Karahanlılar döneminden itibaren türbe adı verilen mezar anıtları yapılmaya başlanmıştır.Bu gelenek Gazneli,Büyük Selçuklu ile devam etmiş türbe,kümbet olarak adlandırılmıştır.Anadolu Selçuklularında taş baba,taş nine geleneği sürmekle beraber figürlü mezar taşlarıda yapılmıştır.(Örnekleri Konya İnce Minareli Medrese’de vardır.)

 

Arzu Öztürk

Yun/İng Rehber




7 Nisan 2021 Çarşamba

Antik Tiyatronun Doğuşu



Tiyatronun doğuşu Dionysos Şenlikleriyle ilişkilidir,o yüzden başlangıçta oyun yerinin ortasında Dionysos için bir sunak olurdu.Seyirciler başlangıçta tahta sıralarda otururlardı sonra bir kaza olur tahta sıralar çökünce sıraları taştan yaparlar.Oyunyerinin arkasında üst değiştirmek için önce tente sonra çadır en sonunda da ahşap kulübeleri kullanmışlar.Sahne binası önce tek sonra çift katlı yapılmıştır.Yıldırım,gök gürültüsü veren makineler vardı,oyun yerinin altına inen basamaklar olurdu;buradan hayaletler ya da yer altı tanrıları çıkardı.Ruhları yeryüzüne çıkaran ilkel bir asasnsördekullanmışlardır.

Oyunlar kişilerini efsane kahramanlardan alırlardı.EskiYunan’da izleyici dinsel bir tören izler gibi tragedya temsillerine giderdi.Temsillerle devlet ilgileniyor,giderlerizengin yurttaşlara ödetilerek kamu hizmeti yapılıyordu.Koronun bulunduğu ve oyuncuların tiratlarını okuduğu yer olan ‘orkhestra’adı Yunanca dans etmek fiilinden geliyordu.

Tragedya ve Komedia’larda lir yada çift flüt çalınırdı,müziğinsesi yüksek olmaz sözleri bastırmazdı ama çok önemli bir unsurdu,dans ise modern danslardan farklı,anlatımsaldı,ayaklardan çok eller hareket ediyordu.

Oyuncu sayısı başlangıçta 1 kişiydi,O da ozanın kendisi,Aiskhylos ile 2 oldu,Sophokles ile de 3.Ama bir oyuncu kılık değiştirerek birden fazla role çıkabilirdi.Oyuncular maske takardı,gösterişli giysiler  ve yüksek ayakkabılar giyerlerdi.Kadın rollerine uygun makyaj ile erkekler çıkardı.

Koro Sophokles ile 15 kişi olur.Komedia da koro sayısı 24.Koroda maskeli,dizilişleri dikdörtgen şeklinde,şarkısöylüyorlar ve dans ediyorlar.Şarkıyı koro söyler oyuncular söylemez.

Oyunlara giriş ücretsizdi,sonradan çok az bir ücret konmuşsa da yoksul yurttaşların giriş ücreti devlet tarafından karşılanmış.Temsiller Dionysos bayramlarında oynanırdı.Temsillerden sonra 10 kişilik bir komisyon kurulur,ozan ve baş rol için ödül;sarmaşıktan örülme bir taçtır

Anadolu,birbirinden özel pek çok antik çağ tiyatro binasını barındırıyor.Bunları görmeden önce belki biraz komedia,biraztragedya örnekleri okumak anlamlı olur..

Acıların Ozanı Sophokles’in ‘Oidipus Üçlemesi’ ya da Komedia’nın Ustası Aristophanes’den ‘Bulutlar’….

Arzu Öztürk 

Yun/İng Rehber 

2 Nisan 2021 Cuma

Ehram..


 

Erzurum ve Bayburt, Türk kültürü açısından önemli dokuma merkezlerindendir. İhram, ehram, Arapça bir isim olup haram, mahrem gibi kelimelerden türemiştir. Üzeri örten, mahremlik anlamına gelmektedir. Ana maddesi saf yün olan ehram; ince eğrilmiş koyunyününden yapılmış düz yüzeyli bir dokumadır. Dokumanın iki kanadının birleştirilmesinden ehram oluşur. Bir kanadın eni yaklaşık 90cm. boyu 2.50/2.70 cm. civarındadır. Genellikle koyunyünlerinin doğal rengidir, siyah, kahverengi ve tonları ile beyaz. Erzurum gibi uzun ve çok soğuk geçen kış aylarında soğuktan korunmak için yünden dokunan bu ehramları giymişlerdir. Kültür ve coğrafya ilişkisine güzel bir örnektir bu dokumalar, hayvancılıkla uğraşan ve kış aylarını çok sert yaşayan bir bölgede olmaları böyle dokumalara yöneltmiştir.

Aba, Erzurum’da giysi anlamında kullanılır, abacı da terzi anlamına gelir.

Ehram eskiden Erzurum’da ‘culfa’ (Osmanlıca sözlüklerde, cülah, çulha sözcükleri çul dokuyun, fakirlerin giydiği kaba kumaşı dokuyan anlamındadır. Erzurum yerlileri ‘çulha’sözcüğünü ‘culfa’ ya dönüştürmüşler, culfa,el tezgahında bez dokuyan  kimse) denilen dokuyucular tarafından dokunurdu.60-70 yıl öncesine kadar ehramcılık Erzurum’da özel bir zanaat dalı idi. Bükülmüş ipten dokunmaktadır, ipin ince ve kalın oluşuna bağlı olarak oran değişebilmektedir zamanlarda mahalle aralarında, kapı önlerinde elinde ip büken kadınlara çokça rastlanırmış. Ehram ve ipinin tartılmasında eskiden ‘tuht’diye söylenen ağırlık ölçüsü kullanılmaktaydı. Tuht 3-4 yumurta ağırlığındaki tartı birimidir.6-7 tuhttan bir ehram yapılabilirdi bu da tahmini 1000 gr gelirdi. Dokunmuş bir ehram 5m.uzunluğunda,90-100cm enindedir. Ehram ölçülürken ‘halebi’ diye bir ölçü kullanılmaktaydı.1 halebi 75cm.ye eşitti.

Koyunyünü tokaç yardımıyla yıkanır, tam kurutulmadan yün çubuğu yardımıyla çırpılır, yün tarağı ile taranırdı. Yörede ‘çiriş’ adı verilen bitki kurutulup, kireç taşı ile karıştırılarak bir tür bulamaç elde edilir. Yün iplikler bu bulamaca batırılarak sağlamlaştırılmış olur ve kopmalar önlenir.

Ehramda renk çok önemlidir. Açık renk genç kızların, mor, gri orta yaştaki kadınların, mor-siyah yaşlı kadınların tercih ettiği renklerdi. Koyunun üzerindeki doğal renklerin yanı sıra köylerde ehram iplikleri ceviz kabuğu, soğan kabuğu gibi doğal boyalarla da boyanırdı.

Dokumaya başlarken ‘haşiye’ denilen kenar bölüm dokunur, bu bölüm pamuk ipliğinden olur. Ortalama olarak bir ehram 2-3 günde dokunurken iyi bir dokuyucu bir günde de dokuyabilirdi. Dokuma yapılırken müşterinin isteğine göre seçtiği nakışlarda dokunurdu.

Ehram baştan aşağı örtülürdü, alttaki giysinin üstüne bele gelen yere bir bel bağı bağlanır ehramda buna sıkıştırılırdı.

Son yıllarda ehram dokumacılığını yok olmaya yüz tutmuş halinden kurtarmak için girişimler olmuştur. En önemlilerinden biri de Prof. Hüsamettin Koçan başkanlığında Baksı Kültür Sanat Vakfı’nca yürütülen projelerdir. Yine Erzurum Kız Meslek Lisesi öğrencileri günümüz modasına uygun tasarımlarla ehrama başka bir işlevsellik kazandırırlar. 

Arzu Öztürk

İngilizce/Yunanca Rehber

30 Mart 2021 Salı

Kayseri’de 4000 yıllık bir ticaret merkezi Kaniş..



Kültepe -Kaniş kazılarında çıkan çivi yazılı tabletler topraklarımızdan çıkarılan yazılı belgelerin en erken tarihli olanlarıdır yani Anadolu tarihini başlatanlardır. 1881 yılında British Museum  uzmanlarından Pinches,Kapadokya'dan geldiği söylenen ve İstanbul'dan satın alınan çivi yazılı bir tableti yayınlar. Avrupa pazarlarında boy göstermeye başlayan tabletler Kapadokyalı olarak anılır ,tabletlerin pek çoğu Kaniş adlı bir merkezle bağlantılıydı. 

Kazılarda Kaniş’te çok sayıda tablet odası bulunmuş,tabletler ahşap raflar üzerinde kutularda ,sepetlerde yada  yerde büyük çanaklarda çıkmış  ve bu kapların üzerinde içinde ne olduğuna dair etiketler de mevcut olarak.

Tablet yazıcılığında metin bir seferde yazılıp bitirilmeliydi  yoksa kil kururdu.Yazı soldan sağa şeklindeydi,tabletler fırında pişirilmez güneşte kurutulurdu.Kaniş'teki yangın onları pişirmiş ve saklamıştır.Tabletlerin  kilden zarfları vardı ,yollayıcı zarfın üstüne kendi adını,alıcının adını yazar kendine ait mührü basardı.


Tablet yazıcılığı ile ilgili okul Kaniş de var mıydı bilmiyoruz ama alıştırma tableti olduğu anlaşılan tabletler bulunmuştur,okuma yazma öğrenmek için çıraklık kurumu ilk burada başlatılmış.Okuma yazma o dönemde kadın ve çocuklara da öğretilirmiş.Eski Asurca hecelerin listesi oldukça basit ve sınırlı olup 130 hece işareti ve 30 kadar logogram içeriyordu.Kaniş’te bu kadar çok tablet çıkmasında Asur nüfusunun önemli bir bölümünün yazı yazdığını anlıyoruz.Kişisel mektuplar tüccarlara aittir,Onlar da seyahat ederken yanlarına yazıcı almadıklarına göre kendi mektuplarını kendileri yazabiliyorlardı.Kadınların mektupları da çoktur ,bu da kadınların yazıyı bildiklerinin kanıtıdır. Anadolu halkı ile Asurlular arasında iletişim pek de sorun olmamış olmalı ki Asurlu tüccarlar ,Anadoluda evlilik yapmışlardır. 

 Dicle kıyısındaki Asur ile   Anadolu platosunun arasındaki  mesafe 1000 kilometredir. Asurlu tüccarlar eşeklerden oluşan kervanlarla ticaret yapmak üzere Anadolu'ya gelmişlerdir. 

Birçok ticari mal ‘tamkarum’ adı verilen gezgin satış temsilcilerine komisyon karşılığı verilmekteydi .Ticaretin asıl amacı Anadolu'ya satılmak üzere kalay, yünlü kumaş ,lapis lazuli göndermek ve karşılığında gümüş ve altın alıp  geri göndermekti.%90 bakır %10 kalaydan oluşan Tunç için Anadolu'ya gereken kalayı getiriyorlardı.

Kumaşlarında neredeyse tamamı yünlüydü, keten olanlar nadirdir.Kumaşların çoğu Asur’a Babil'den geliyordu,ama tüccarların eşleri kızları ve kadın kölelerin yardımıyla yürütülen ve ev endüstrisine bağlı yerli bir Asurlu kumaş üretimi de söz konusuydu.En çok ve en sık ihraç edilen kumaş çeşidi  ‘kutanum’du, 4,5 metreye 4 metre yünlü bir kumaştı. Bunun dışında ‘koyu kumaşlar’ olarak bilinen ve kalay paketlemede kullanılan yolun sonunda da Anadolu'da satılan ‘sarma kumaşları’ gibi daha ucuz parçalar da vardı.Kumaşlar Anadolu'da Asur’un 3- 4 katı fazla gümüş karşılığında satılabildiklerinden kumaş ticareti çok çekici bir işti ancak zorlukları da vardı;ağırlık yapıyorlar  ve taşıma sırasında güveden korumak gerekliydi. Genelde kumaşlar deri çantalar da taşınırdı,kalay da her biri kumaşa sarılmış 10'ar kilogramlık 3'er levhadan oluşan 30 kilogramlık paketlerde taşınıyordu.Büyük miktar kumaşlar Sarayları satılıyorken küçük miktarları Anadolulular ve olasılıkla bunları satmak isteyen tam karumlar tarafından satın alınıyordu

 Yolculuk sırasında ‘el kalayı’ olarak adlandırılan bir yolluk bulundurulurdu,bununla  kervancı ya da hancının parası ödenir,  geçiş ücretleri verilir, geçilen şehirlerdeki yetkililere verilen hediyelerin ödemesi yapılırdı.Bu masraflar ortalama olarak yükün değerinin %8 ile %10’una  denk gelmekteydi ve Kaniş’e gelindiğinde baş Kervancı yolda ne kadar ödediğinin hesabını çıkarırdı.Kervana  öncülük eden kişiye ‘kaşşarum’ denirdi, bu ya tüccarın kendisi ya oğlu ya da ücretli biri olurdu.Ücret karşılığı bu işi yapan kişi Anadolu’da satmak üzere  Asur’dan gelirken  birkaç parça kumaş getirir ,böylelikle O da bu ticaretten payını alırdı. 



Asur ve Kaniş’te Kadınlar

Milattan önce 2000 de Asurlu kadınlar evliliklerinde eşleri ile eşit haklara sahip olmuşlardır.Çoğunlukla ülke dışında olan tüccarların eşleri evle ilgili konularda kendi başlarına kararlar almak zorunda kalmışlardır.

Asur’da geline evlenirken ailesinden verilen çeyiz onun malıdır ve miras yoluyla çocuklarına geçer.Erkek tarafından kız tarafına düğünde ‘şimum’ denen bir para ödenirdi.Akad  terminolojisinde erkek kızı eş olarak alır. Yemekli bir düğün yapılır genellikle gelin bir duvak takardı, bizdeki küçük altın klişesi gibi takı takma geleneği vardı;bu da 12 grama denk gelen Gümüş. Asurda  tek eşlilik vardı, eğer erkek ikinci eş alırsa yüklü bir cezası vardı ve evlilik sözleşmesi bozulmuş olurdu .Sadece belli koşullarda  ikinci eş alınabilirdi en yaygın olan  çocukları olamaması durumunda ki bu da 3 yılın sonunda olabilirdi,köle bir  kız satın alabilirdi erkek ve O da köle olduğu için eş statüsü kazanmaz ve çifte eşli sayılmazdı.Gerçekten iki eşli olma durumu sadece Asurlu tüccarlara özeldi. Anadolu'da ikinci eşleri olabilirdi ,yasak Kaniş de ikinci evlilik yapmaktaydı.Yine de statüleri aynı olmaz ‘asıl eş’,’ ikinci eş’ olarak adlandırılırdı.İki eş aynı yerde aynı anda olamazdı.

 Tüccar iki  evi de geçindirmek zorundaydı. Anadolu'da uzun kalsa da Asur’'daki eşin ve evin sorumluluğu ondaydı.Boşanmış kadınlar ve dullar yeniden evlenebilirdi.

‘Kutsanmış Kızlar’ adında  sık rastlanan bir gelenekte tüccarlar işçilerinin başarısı karşılığında minnettarlıklarının  bir simgesi olarak ve aynı zamanda sosyal statülerini artırmak için en büyük  bekar kızlarını bir tapınağa adarlarmış  ,bu kızlar aile içinde de söz sahibi olur,saygı görürlermiş. 

23.500 tabletten öğreniriz tüm bunları ve çok daha fazlasını...

Arzu Öztürk
Yunanca/İngilizce Rehber

28 Mart 2021 Pazar

Oltu Taşı..

 


Erzurum’un Oltu ilçesinden çıkarılan ve aynı adla anılan Oltu taşı, Erzurum’un en önemli geçim kaynakları arasında yer almaktadır.19.yüzyıldan itibaren küçük maden ocaklarından çıkarılarak başta tespih olmak üzere çeşitli takı ve süs eşyaları yapımında kullanılmaktadır. Türkiye’de sadece Oltu ilçesinden çıkarılmaktadır. Tek başına kullanılmasının yanı sıra altın, gümüş, bakır ve pirinç gibi madenlerle beraber de kullanır.

Oltu taşının fosilleşmiş reçineden mi yoksa fosilleşmiş ağaç gövdelerinden mi oluştuğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmekteyse de fosilleşmiş reçineden oluşması ihtimali daha yüksektir. Kara Kehribar ‘olarak da bilinir. Taşın en dikkat çekici özelliği yer kabuğundan çıkarıldığında yumuşak olması ve hava ile temas etmediği sürece bu yumuşaklığı korumasıdır. Bu özelliğinden dolayı taşın işlenmesi kolaydır. Hava ile temas ederek sertleşen ve kullandıkça parlayan bir taştır. Genellikle siyah, nadiren koyu kahverengi, gri ve yeşil renklerdedir. Ateşe tutulduğunda alev çıkararak yanar ve geriye bir miktar kül bırakır. Sürtünme ile elektriklenip hafif cisimleri çekme özelliğine de sahiptir.

Oltu ilçesine bağlı köylerden çıkarılır, özellikle Oltu ilçesinin kuzeyinde yer alan Dutlu Dağı’nın güney yamaçlarında dik olarak açılan 70-80 cm. çapındaki galerilerde Oltu taşı yataklarına rastlanmaktadır.

Bu sanat babadan oğula geçmektedir.19.yüzyılda ‘takımcılar ’adı verilen, Türk ve gayrimüslimlerden oluşan kırk sanatkâr, bu sanatı uygulamıştır.

Ustalar tarafından satın alınan taşlar, kullanılacağı zamana dek tekrar toprağa gömülür. Yapılacak objeye göre usta tarafından keserle ağaç bir zemin üzerinde kırılarak bıçakla işlenecek hale getirilir. Kırılan taşlar yapım sırası gelene kadar hava ile temas etmemesi için bir torba içinde nemli olarak toprağa gömülür. Bıçakla yontulduktan sonra tornada son şekli verilir. En son olarak iki aşamalı parlatma işlemi yine tornada yapılır. İlk aşamada ‘şayak’ adı verilen bez parçasına, Çırtı Ağacının kömürü ufalanarak tornadan geçirilir, böylece taşın üstünde ki bıçak izleri yok edilir. İkinci aşamada şayağa önce bir miktar yağ sürülür sonra Palandöken Dağı eteklerinde bulunan bir tebeşir tozu serpilir ve son olarak tornaya tutulur. Oltu taşı en çok tespih yapımında kullanılr, tornadan çıkan her tane aynı ölçüde olmayabilir. Bu nedenle hepsi bir yerde toplanır, yapılacak tespihin büyüklüğüne göre ayrılıp tespih ipine dizilir. Tespih taneleri 3 numaradan başlayarak 20 numaraya  kadar çıkabilir, en çok tercih edilen tespih ölçüsü 8 ve 9 numaralardır. Oltu’da tespih işiyle uğraşanlar ellerine aldıkları tespihin tarzı ve işleme şeklinden ustasının kim olduğunu anlarlarmış.

Bugün Oltu ve çevresinde ki işliklerde ve evlerde Oltu taşından tespih ve süs eşyaları yapılmaktadır.

Erzurum merkezde de özellikle Taş Han’da (Rüstem Paşa Hanı) bu sanatın en güzel örneklerini bir arada görebiliriz..

Arzu Öztürk

Yunanca/İngilizce Rehber

22 Mart 2021 Pazartesi

Polis Kavramı..

 


Bugün Anadolu’da pek çok yer adında polis sözcüğü mevcuttur: Safranbolu, İnebolu, Bolu, İstanbul…

Polis, poli Antik Yunanca’da şehir anlamına gelmektedir, söyleyiş kolaylığından Türkçeye ‘Bolu’ olarak geçmiştir.

Aristotales ‘insan yapısı gereği poliste yaşayan bir canlıdır’ demiştir. Polis aynı zamanda şehir devletini ifade eder. Böyle bir yönetim biçiminin tercih edilmesinde ekonomik ve coğrafi koşulların ötesinde Yunanlı Karakteri yatıyordu. Yunanlı, tüm boş zamanını evinin dışındaki insanlarla sürekli ilişki kurarak zekâsını geliştirebiliyor, davranışlarını düzenleyebiliyordu. Çok az halk bu kadar sosyal olabilmiştir. Kamuoyu agorada oluşuyordu ve Atina’dan başka hangi halk Sokrates yetiştirirdi.

Bir Yunanlı için ‘salt hükümdarın iradesine bağlı bir yönetim altındaysan kölesindir. Bu da insan onuruna aykırıdır. ’Yunanlılar için barbar demek, Yunanca konuşmayıp bar bar diye ses çıkaranlardır, Yunanca konuşmuyorsa Yunanlı gibi düşünmüyor, yaşamıyordur.

Thales de şöyle demiştir: ’Üç şey için Tanrılara şükrediyorum: Hayvan değil insan olduğum için, kadın değil erkek olduğum için, barbar değil Yunanlı olduğum için’

Polis’e yardım etmek herkesin görevidir, bireycilik ön plana çıkmaz, zenginler örneğin vergi ödemek yerine polisin işleri için para sağlardı. Antik Yunan düşüncesi uzmanlaşmayı reddediyordu. Aristotales ‘özgür insan flüt çalabilmeli, ama çok usta olmamalı’ diye ifade etmiştir. Üzerinde durulması gereken bir kavram da ‘arete’ yani ‘erdem’ çok önemliydi. Örneğin yarış atının aretesi ‘hızı’ olmalıdır. İnsan içinse birden fazla alanda mükemmellik, Odysseus örneğin; yüce bir savaşçı, iyi güreşçi, aynı zamanda kendi salını da yapabilir.

Arka arkaya başarısız sonuçlar alınan savaşlar başta olmak üzere pek çok neden polisin çöküşünü hazırlar. Artık polisin yerini kosmopolis almaya başlar. Yoksulsa polise çıkar kaynağı olarak bakıyor, zenginse kendiişlerini geliştiriyordu. Eski komedialar baştan sona siyasal unsurlarla doluyken ve sahnede konu edilen polisin yaşamıyken artık konular günlük yaşamdandı.

Uzmanlaşma ne kadar reddedilse de gelişme kaçınılmazdı, aslında polisin çöktüğü nokta budur.

Sofistlerinde polis üzerinde yıkıcı etkisi olmuştur. Eğitim önceden herkese açıkken Sofistler bu işi para karşılığı yapmaya başlayınca eğitimli kişi ve eğitimsiz kişi arasında ilk kez ayrılma görülür. Bunun sonucunda da eğitimli insanlar kendi şehirlerinde ki eğitimsiz insanlardansa başka şehirlerde ki eğitimli insanları yeğlerler. Bu da yavaş yavaş kosmopolis kavramını başlatır.

Polisin bir özelliği de insanların kendilerine yetebilmesiydi, birbirlerinin ürünlerine karışmazlardı ama ticaret hızla gelişmeye başlayınca insanlar artık kendine yetenin ötesine geçerler.

Artık erdemden söz açılınca da şöyle deniyordu ’her şey senin erdemden ne anladığına bağlıdır’

 

 Arzu Öztürk

Yunanca/İngilizce Rehber

15 Mart 2021 Pazartesi

Sen Hiç Sarıkamış’ı Gördün mü?

 


….Sen hiç Sarıkamış’ı gördün mü kedi? Sarıkamış içinde Aynalı Çarşı. Aynalı Çarşı cehennem. Sarıkamış savaşını görmemiş yaşamamış insan dünyada hiçbir şeyi görmemiş yaşamamış demektir. Erzurum içinde aynalı çarşı. Sen kedi sen hiç, uykucu, rahat, gerinen kedi, sen hiç Allahuekber dağında olup biteni gördün mü?

Yaşar Kemal

Sarıkamış’ta yaşananlar ve bir müze: Kafkas Harp Tarihi Müzesi

Osmanlı İmparatorluğu için 1915 senesi Birinci dünya savaşının en kanlı senesiydi. Sarıkamış Cephesi ile savaşa dâhil olunmuştu. Kış mevsimi olması, yeterli hazırlığın olmaması nedeniyle belki de baştan kaybedilen bir savaşa girilmişti. Doğu Cephesi’ne hâkim komutanların karşı çıkmaları da fayda etmez.

10.Kolordudan bir asker yaşadıklarını şöyle aktarır: ’O gece yarısına kadar o yaylanın Kuran sesiyle inlediğini çok iyi hatırlıyorum.. herkes ölmek üzere olduğunu biliyordu.. mahşer gibi. Ne var ki gece yarısından sonra Kuran sesleri kesildi. Çünkü yaralıların hepsi öldü. Kolordu şehit oldu, asker dondu.’

Böyle ayakta.. olduğu yerde donanarak şehit olan Osmanlı askerlerini gören Rus komutan anılarında şöyle yazmış:’Allahuekber Dağında Türk müfrezesini esir alamadım, bizden önce Allahlarına teslim olmuşlardı. İlk sırada diz çökmüş beş kahraman, omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar, kaput yakaları, tanrının rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı, hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları, ya gözler? Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile kapatamadığı gözleri apaçık. Tabiatada, başkumandanada, karşısında ki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler..O ürkütücü ayaza rağmen altı masal güzeli mehmed, sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir.’

Kafkas Harp Tarihi Müzesi, Sarıkamış Cephesinde yaşananları, belgeler, fotoğraflar, canlandırmalar eşliğinde bizlere yaşatan bir müzedir. Asker mektuplarından örnekler, revir canlandırması gibi çok detaylı bir çalışmanın ürünü olan müze Sarıkamış şehitlerimizi anmak için çok önemli bir duraktır. Bir gecede Rus baskını ile tüm askerleri şehit olduğu için ‘Kanlı Tabya’ adıyla anılan tabya restore edilerek müze binasına dönüştürülmüştür.


Arzu Öztürk

Yunanca/İngilizce rehber 

 

 

11 Mart 2021 Perşembe

Tufan Karadenizde mi oldu?




Tufan nerede oldu? Bazı jeologlara göre Karadeniz'de oldu,buzulların erimesiyle Karadeniz’de su seviyesi yükselince ,yaşadıkları yerleri bırakmak zorunda kalanlar tarafından öykü ağızdan ağıza  Mezopotamya'ya kadar gitmiş,yazı icat edilince de yazıya dökülmüş. 

Bu teoriye göre,Buzul Çağı’nda şimdikinden 100m. alçak seviyede ve bugünkünün üçte ikisi büyüklüğünde bulunan bir tatlı su gölü olan Karadeniz ,Buzul çağı sonunda eriyen buzulların yükselttiği Akdeniz’in sel sularıyla kabarır,aradaki Boğaziçi Vadisi’nde bir gedik açarak hızla Karadeniz’e boşalan sular da bu da tufana neden olur.


 Tufan hikayesinin  hep ilk Tevrat'ta geçtiği sanılırdı ama Ninive kazısında(1872) çıkan bir tablette de aynı hikayeyi görmek çok şaşırtıcı olmuştur. Hikaye,Gılgamış Destanı'nın(Destanın yazılı olduğu tabletler British Museum’dadır) son kısmını oluşturmaktadır.Kısaca şunlardan bahsetmektedir;insanlar öyle çoğalmıştı ki Tanrılar onların gürültüsünden uyuyamaz hale gelmişler ve dört  büyük Tanrı insanları yok etmeye karar vermişler, sadece Bilgelik Tanrısı Enki duruma üzülür ve  Tanrıların Tufan yapacaklarını ,bir gemi yapmasını bilge bir kişi olan Utnapiştim’ e söyler.Geminin tarifini de verir.Utnapiştim yedi  günde gemiyi  yapar, gemi yapılırken şenlik oluyor ,adeta yılbaşı gibi etler yenir, şaraplar içilir.Utnapiştim gemiye ailesini, hayvanları ve altınlarını doldurur, geminin kapısı kapanır kapanmaz Tufan başlar.Gökten sular iner yer tanrıları da yerden fışkırtır suları,altı gün altı gece sürdükten sonra  yedinci  günde gemi karaya oturur.Utnapiştim yedi  gün bekleyip bir güvercin salar ama konacak yer olmadığı için geri döner ,sonra kırlangıç salar o da döner, sonra Kuzgun ama o dönmeyince  dışarı çıkarlar.Utnapiştim dağın tepesine kurbanlarla içkiler sunar.Ancak tufanı yaptıran  Tanrı Enlil gelir,kim bunları kurtardı diyerek öfkelenir Tanrı Enki araya girer sonunda Utnapiştim ve karısı ölümsüzlük alır.Hikaye Akadça ama isimler Sümerce, sonra bir tablet daha bulunur onda tüm hikaye Sümercedir.

Aynı olay Tevrat’ta şöyle geçer::İnsanlar çok bozulmuş olduklarından Rab onları yok etmeye karar verince Tanrının yolundan giden Nuh’a ;bir tufan yapacağını,kendisinin bir gemi yapmasını söyler. Ayrıca geminin nasıl yapılacağını ve içine neler alacağını da anlatır.Tufan başlar,kırk gün sürer,yeryüzünde herşey  yok olur,gemi 7. ayda ve ayın 17.gününde Ararat dağına oturuyor.40 gün bekledikten sonra Nuh ,bir kuzgun salıyor geri gelince güvercin uçuruyor,üçüncü defa gönderdiği güvercin dönmeyince karaya çıkıyorlar.Kurbanlar kesiyor Nuh ve Tanrı bir daha tufan yapmamaya karar veriyor...


Arzu Öztürk

İng/Yunanca Rehber


Cılavuz Köy Enstitüsü

 


Kuzey Doğu Anadolu bölgesinin yoksul çocukları için umut oldu, Artvin, Ağrı, Ardahan, Erzurum ve Kars’tan gelmişti öğrencileri. Cılavuz’un coğrafi konumundan dolayı, köy enstitüleri tarihinde özel bir yeri vardır.1930’ların sonunda Ankara’ya bu denli uzakta bir coğrafyada olması heyecan vericiydi.1937 de Cılavuz Eğitmen Kursu açılır ardından köy enstitüsüne dönüştürülür. Cılavuz adı; cılavu, atın yuları, gemi demek olan kelimeden türetilmiş olmalı zira yöre halkının rivayetine göre bu bölgede Osmanlı Dönemi’nde atların yularlarının saklandığı oldukça büyük depolar bulunmaktaydı.

Köy enstitüleriyle beraber, artık köyün değişimi, köye yabancı ve köylünün de ‘yaban’ olarak gördüğü aydınlarla, dışarıdan gelen bilgiyle ve özneler aracılığıyla değil, içerden ‘köyün canlandırılması’ yoluyla, köylü çocukları tarafından gerçekleştirilecektir.

Cılavuz, Kars merkeze 23km.uzaklıkta, Susuz ilçesi sınırlarında yer alır. Ruslardan kalan binalar okul binası olarak kullanılmış. Okul bünyesinde pek çok işlik bulunuyordu:

Dikiş İşliği:İç çamaşırları ve elbiseler burada dikiliyordu.

Dokuma İşliği: Enstitü’nün ihtiyacı olan dokumalar yapılır, ayrıca uzun kış günlerinde köylünün de bu tezgâhları kullanmalarına önem verilmiş, öyle ki İkinci Dünya Savaşı koşullarında bez yokluğundan dolayı köylüler için ‘kefen bezi’ dokumuşlar.

Demircilik İşliği: Balta, kazma, kürek yapılıyor, pulluk, araba vb. tamir edebiliyorlardı.

İsmet Paşa’nın Enstitüyü ziyaret edeceği öğrenilince Arıcılıktan sorumlu öğretmen Zakir Hoca bir hazırlık yapmak ister. Büyük bir uğraşı ile peteğin ortasına Paşa’nın profilini yapar, kovana koyar gerisi arılara kalır. Cumhurbaşkanı geldiğinde Zakir Hoca hediyesini sunar, Paşa, nasıl yaptınız diye sorunca;

Kovandaki arılarla bir toplantı yaptığını, onlara şöyle dediğini anlatır; ’bakın İsmet Paşamız geliyormuş, haberiniz olsun, eli boş gönderecek değiliz, bir şeyler düşünün, onlarda dağın, toprağın çiçekleriyle konuşmuşlar, el birliğiyle yapmışlar, bize de sunmak kaldı ’der.

Cılavuz’un yöre insanı için nasıl kıymetli olduğuna dair bir de anlatıdan bahsetmek isterim: İki genç evlenmeye karar verir, oğlan tarafı kızı istemeye giderler, oğlanın babası övünerek oğlunun okuduğu okulları sırasıyla anlatır. Kızın babası dinler ki Cılavuz’un adı geçmez, hemen itiraz eder ‘Ya Cılavuz’ diye sorar. Yani Cılavuz’da okumadıysan bu kadar övünmen boşuna..

 Arzu Öztürk

İng/Yunanca Rehber

  

Mıgırdiç Margosyan’ın Diyarbakır’ı..

 


 ..Biz yoğurdu bez torbalar içinde  saklardık. Çarşıdan aldığımız bir bakraç yoğurdu Amerikan bezinden bir torbaya doldurur yüksek bir yere asardık. Torbadan pıt pıt diye sular damlardı ’Pıt’lar kesildiğinde suyu iyice süzülmüş yoğurt ,yoğurt olmaktan çıkar, sanki tereyağına dönüşürdü. Torba yoğurdundan bir parça tasın içine koyduktan sonra üzerine kuyudan çektiğimiz buz gibi suyu dökerek bir güzel karıştırdık mı nefis ayranımız hazır demekti. Ayranın içine evdeki kurumuş bayat ekmekten ufak ufak doğradık mı ekmeğin bizden önce ayranımızı büyük bir iştahla içip şiştiğini görerek daha fazla zaman kaybetmeden kaşıkla tasın içine dalardık. Onun için anamız bize ‘Di Hadi git kilerden bir tas yoğurt getir dediğinde hiç nazlanmadan koşup kilere dalar uslu uslu anamızın sözünü dinler, bundan da hiç pişman olmazdık.

 

 Biz ekmeği ceviz içiyle de yerdik. Kilerden, ceviz küpünden sekiz on tane ceviz alır, çöker dik yere, bir taş parçasıyla cevizleri kırar, içini çıkarır, sonra ısırdığımız bir parça ekmeğimizle katık edip yerdik. Ekmeği elimizle koparmaz, ısırırdık. Daha sonraları İstanbul'da ekmeğin ısırılarak yendiğinde ayıp  olduğunu duyduk, hayretler içinde kaldık… Oysa en lezzetli ekmek ısırılarak yenen ekmektir. Evet, ekmek dediğin elle koparılarak yenir. Biz bunu da yapardık ancak ayran çorbası, ayran aşı, mercimek çorbası, nohut, kuru fasulye gibi yemeklerde ekmeği yemeğe doğrar sonra da kaşıklayarak yerdik.

 

 Diyarbakır'ın kara kışı henüz gelmeden, sonbaharda herkes kışlık hazırlıklarına başlardı. Her aile kendi kesesine veya başka bir deyişle kendi killerinin büyüklüğüne göre, bir, iki, üç veya dört koyun keserdi. Koyunlar tüm günahlarını yüzülmüş derilerinin üzerinde bırakır, kocaman bakır kazanlara girer, kazanların altında yanan odunlarla cehennemin tadını tadar, kavurma olur çıkarlardı. Kavurma kazanında fokur fokur kaynayan yağın içine ince ince dilimlenmiş ekmekleri atınca ekmekler sevinçlerinden çılgına döner sünger gibi yağı içmeye başlarlardı. Bu ekmekleri yemek için insanın acıkması gerekmezdi. Gırtlağımıza kadar tok bile olsak bu ekmeklerden yemeden yapamazdık. Zaten kavurma kazanın içindeki bu ekmekler kapanın elinde kalırdı acele davranmayanlar hava alır, boşuna yutkunur dururdu…

Mıgırdış Margosyan'ın Gavur Mahallesi Kitabından 

Arzu Öztürk

İng/Yunanca Rehber


Antep ve Hamam Kültürü

 

“..Hiçbir iş tutamıyorsan git de hamam kapısında kil sat!”

Hamamlar aynı zamanda sosyal yaşamda olamayan kadınların kendi aralarında toplanabildikleri yerlerdendir. On beş günde bir ekmek yapılır, ev temizliği ve sonra hamama gidilirmiş.

Hamam günleri adeta bir seremonidir kadınlar için. Hamam bohçaları; sırmalı bohça; elbiseler için, altın tel işlemeli bohça; iç çamaşırlar için, Antep işi işlemeli bohça; meşefe (havlu)takımı için, hamam tası, habbap (takunya),tarak tası(kadınlar yegâne maddi güvenceleri olan takılarını hamam günü temizlemek bahanesiyle! Evde bırakmazlarmış, sabun, tarak koydukları tas yıkandıkları sırada takılar içinde kullanılırmış.) içerirdi. Hamam günü hamamın bu iş için görevlisi olan natır eve çağrılır, hamam bohçalarının olduğu torbayı teslim alır, torbanın üzerine birde ipek halı atılır, öğleye yakın hamama gönderilir. Daimi müşterilerin hamamda belli yerleri vardır, halısı hep aynı yere serilir, torbası sekiye (bu sekiler 1m. yükseklikte  taş oturtmalıklardır, üstlerinde de tahtadan 45-50 cm. eninde kerevit olurdu halı tüm bu sekiye örtülürdü),müşteri gelince torbayı açardı.Bohçaları üst üste dizdikten sonra soyunup mezere (peştamal) sarınırlar ,ayakkabılar kerevitin altına konur, habbaplarını da giyip tarak ve tası aldıklarında hamama girmek için hazır olurlardı. Kil tası natır tarafından kurnaya bırakılır, müşterinin yıkanmasına yardımcı olan kişi(gayme)başına kil sürer, masaj yaparak saçını yıkar, ardından keselenir en son sabunlanırdı. Bu birinci fasıldan sonra sular kesilir. Artık yemek zamanındır. Evden getirdikleri çeşitli yemekleri hep beraber yer ve sohbet ederlerdi. İkinci defa sular verildiğinde son fasıla geçilir, gayme tarafından iyice liflenirlerdi. Yıkanma işi bitince üç parçadan (aşağı,yukarı, baş)oluşan meşefe takımına sarınırlar, ayaklarını yıkamaları için gaymenin getirdiği bir tas suyu dökerler ve böylelikle hamam günü sona erer…

Özel günlerde de hamama gitme âdeti vardı:

Kız Hamamı

Düğünden bir gün önce gidilirdi. Yıkanma işi bitip gelin hamamdan çıkarken, hamamın iki kapısı arasında başına bir küçük şişe Şamşırak dökülürdü(tarçın ve pembe şeker boyasından oluşan bir sıvı)Damada daha güzel görüneceğine inanarak bunu yaparlarmış..

Lohusa Hamamı

40.gün hamama gidilir. Lohusa yıkandıktan sonra önceden hazırlanan ‘Nevse Emi’ (zencefil, tarçın, anason, kimyon, keten tohumu, kişniş, karabiber, bal ve pekmezden oluşan bir karışım)bütün vücuduna sürülür, baharatlar Onu çok terletir ve ağrısının, sızısının bu terle atılacağına inanılır. Ardından bebek de yıkanır, annesinin başı üstünde tutulur ve hamamlarda bu iş için bulundurulan kurt başı kemiği (kötülüklerden koruyacağına inanılırmış)bebeğin üstünde gezdirilir. Ağrılara iyi geldiğine inanıldığı için Nevse Emi hamamdaki diğer kadınlara da ikram edilirmiş.

 Rehber Arzu Öztürk


9 Mart 2021 Salı

Zeugma Mozaik Müzesi


Zeugma antik kenti Gaziantep'e 50 Nizip ilçesine 18 kilometre uzaklıkta yer alır.

 Büyük Bir İskender Pers Kralı Darius’u kovalarken Fırat Nehri üzerinde demir bir köprü yaptırır ve bir şehir kurar. Kendisinin ölümü üzerine ünlü generallerinden Selevkos Nikator nehrin diğer yakasına “Selevkos Euphrates” şehrini kurar.

 İki şehir bir köprü ile birbirine bağlı olduğu için hepsine “köprü-geçit” anlamını taşıyan “Zeugma” adı verilir. Zeugma şehri Roma döneminde stratejik öneme sahip önemli bir şehirdir.

Zengin Romalılar Fırat manzaralı villalarda yaşarlar. 2 Katlı ve avlulu olan evler yamaca yaslanmış olarak inşa edilirler. Demir korkuluklu pencereler camla kaplanmış, duvarlar fresklerle ve yerler mozaiklerle süslenmiştir. Bugün Zeugma Müzesinde sergilenen mozaikler bu villalardan getirilmiştir. Zeugma mozaik müzesi Hatay, Şanlıurfa ile birlikte Türkiye’deki 3 mozaik müzesinden biridir. Mozaik yapımında kullanılan taşlar Fırat nehrinden alınmıştır. İstedikleri rengin bulunmaması durumunda ise renkli cam kullanmışlardır. O dönemde mozaik sanatı Roma’da çok popüler olmakla beraber sonraki dönemlerde Hristiyanlar kiliselerinde de bu sanatı uygularlar. Latincesi “musaicum” olup; en erken örneklerini Sümerlerde görüyoruz. Bir evdeki mozaikler o ev sahibinin ekonomik durumu ve kültürel seviyesi hakkında bilgi verir. Mozaikler katalogdan seçilebilir veya özel tasarım olarak da yaptırılabilirdi, katalog mozaikleri şüphesiz daha ucuzdu. Önce malzeme toplanır ve harç üzerine ana şekil çizilirdi. İşçilik gerektiren bu sanatta Usta 1 metrekareyi bir günde tamamlardı.  Geometrik şekiller daha kolay ayrıntı gerektiren şekiller daha uzun sürelerde tamamlanırdı. 

Bordürler ise en son yapılırdı. Desen bittikten sonra törpü taşı ile törpülenir sonrasında ise üzerine ince bir boya tabakası sürülürdü. Mozaik sanatı babadan oğula geçen bir sanattı.

Zeugma antik kenti baraj yapımı sonrasında sular altında kalma tehlikesi gösterince acil olarak ve tüm dünyadan yüzlerce arkeoloğun katılımı ve gece gündüz çalışması ile yani bir kurtarma kazısı ile 2000 yılında kurtarılmıştır. Sonrasında ise günümüzün en modern müzelerinden sayılan Zeugma Mozaik müzesine getirilerek sergilenmeye başlanmıştır.

Zeugma Mozaik Müzesi, 9 Eylül 2011 tarihinde eski Tekel binası yerine yapılan 1700 metrekarelik (dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi) müze olarak açılmıştır.

Güneydoğu Anadolu ve Gaziantep turlarımızın hepsinde bu kültürel zenginliği misafirlerimize sunuyoruz. Sizleri de bekliyoruz.

Rehber Arzu Öztürk


3 Şubat 2020 Pazartesi

Kakava- Hıdırellez Şenlikleri


Türk romancılığının mihenk taşı sayılan Yaşar Kemal “Binboğalar Efsanesi” adlı romanında pek çok mitolojik unsurdan faydalanarak Yörüklerin, göçerlerin hayatını anlatmaktadır. Bu anlatıları içinde en çok “Hıdırellez” in ne anlama geldiğini anlattığı paragraf; Edirne Kakava Şenliklerinin anlaşılması noktasında ufkumuzu açıyor. Sadece bir roman-dansları festivali olarak görülmemesi gereken Kakava Şenliklerinin kökenindeki ana fikri ortaya çıkarırken ritüellerin de ne anlamda değerlendirilmesi gerektiğine de ışık tutuyor. Usta yazar 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gecede olacakları şu şekilde ifade eder:
“…Bu gece denizlerin ermişi İlyas’la, karaların ermişi Hızır buluşacaklar.
 Hızır’la İlyas her yıl dünyanın bir yerinde buluşurlar.
Onlar o yıl hangi yerde buluşmuşlarsa orada bahar bir başka türlü patlar, o yıl çiçekler daha bol, daha büyük, her yılkinin birkaç misli iri açarlar. Anlar daha renkli, daha kocaman olurlar. İneklerin, koyunların sütleri daha bol, daha besleyici olur.
 ... Saplar başakları, ağaçlar çiçekleri, meyveleri götüremezler.
İnsanlar o yıl daha sağ­lıklı olurlar, hiç hastalanmazlar. O yıl ölüm de olmaz. Ne bir kuş, ne bir karınca, ne an, ne kelebek ölür…”
Hıdırellez'in temelinde doğanın kışın “ölmesi”, yazın ise “canlanması” döngüsünün bir törensel birliktelik içinde kutlanması yatar. Hıdırellez'de doğanın uyanması, bereketin artması dilenir.
 Yaşar Kemal: buluşma anını şöyle tanımlar;
“…Hızır’la İlyas’ın buluştuğu an her şey durur, hiç, hiç bir şey kıpırdamaz. Yıldızlar akmaz, ışıklar yürümez. Dünya bir an için ölür. Sonra her şey birden uyanır, dehşet bir yaşam patlar. Onlar buluşmazlarsa yılda bir gün, hem de bu gece, bu dünyanın dölü, bereketi kesilir…”
Kakava Şenlikleri turumuzda 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan sabaha karşı Tunca nehrinin kıyısında oluyoruz. Hızır ile İlyas’ın buluşma anı Edirne’ye tüm Türkiye’den gelen misafirlerin ve çevre yörelerden gelen Roman vatandaşlarımızın katılımı ile coşkulu danslarla kutlanır.
Roman halklarının ( çingenelerin) aslen Hindistan kökenli olması onların da Mısır geleneklerinden etkilenmelerine yol açmıştır. Anadolu’da Hıdırellez olarak kutlanan yeni yılın veya baharın gelişi Romanlarda Firavundan kurtuluş günü olarak tam da 5 Mayısı 6 Mayıs’a bağlayan gece kutlanır.  Sabahın erken saatlerinde Roman kızların Tunca’da suya girmelerine sebep ise o inanca göre ataları Firavundan kaçarken bir ırmağa girmeleri sonucu kurtulmuş olmalarına ve bu gece yine sudan bir kurtarıcının çıkacağına inanmalarıdır.
Kıvrak ritimlerle tutkuyla dans eden bu mutlu halkın bir parçası olmak; bu zenginliği hürce tatmak bir ayrıcalık olsa gerek… Kakava şenliklerinde sizleri de görmek istiyoruz…

Baytatil
 

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Troia’yı Anlamak


Dünyanın bugüne kadar en çok okunmuş eserler sıralamasında İzmir’li kör ozan Homeros’un İlyada ve Odyseia destanının ilk üçteki yeri sanırım önümüzdeki birkaç bin yıllık sürede değişmeyecek.
 Hele antik Yunan halklarının; Mikenlerin, Spartalıların, Megaralıların, Troialıların hem ahlak değerlerini, gururlarını, kahramanlarını ( Hektor, Paris, Agammemnon, Priamos, Odyseus, Patokhlos, Kassandra, Melenaus, Ajax, Akilleus vs) ,savaş geleneklerini ve aşkı anlatan Troia eserinin dünyada pek benzeri yok.
Ülkemizin bu büyük edebi ve tarihi mirası ne şekilde sahiplendiği tartışıladursun; Hollywood çoktan konu hakkında 50 den fazla film çekerek milyar dolarlık cirolarını çoktan cebine indirmiş durumda. Tarihi ilgi ise Osmanlı dönemine kadar gerilere gidiyor. 1822 yılında ilk kazılar yapılmaya başlanıyor.
Asıl Troia’nın dünyanın ilgisini çekmesi 1870-1890 yılları arasında Osmanlının izni ile yapılan Schlieman Kazıları olmuştur. Alman vatandaşı olup eşi benzeri olmayan bir kariyer ve yükseliş öyküsünün öznesi olan Heinrich Schliemann; yoksul çocukluğu sonrasında Hollanda liman kentlerinde 6 yabancı dil öğrenir. Küçük bir odada çalışan genç alman yabancı dil sözlüklerini ezberlemek suretiyle; tabiri caizse “oturduğu yerde” yabancı dilleri öğrenme kabiliyetine sahiptir. Ticari zekâsıyla yoksul bir doğu alman çocuğundan Teksas’taki bir bankanın sahibi olması ile sonuçlanan hayatını; Troia ve Mykonos kazılarına adamış bir tarihi şahsiyet olarak tamamlar. Troia ve Mykonos kazılarını 20 yıl boyunca kendi servetinden harcayarak finanse etmiştir. Troia kentini ve destanda anlatılan “Priamusun Hazinesi” ni bulmaya tutku derecesinde takıntılı bir kişi olarak tarihe geçmiştir. Yunan asıllı eşi Sophia ile yirmi yılı aşkın sürede yurt dışına kaçırdığı hazineler (Priamusun hazinesi dâhil) bir yana uyguladığı kesme tekniği ile dünya arkeolojisine kazı çalışmalarının nasıl “yapılmayacağını” öğreten Schliemann bu özelliği ile ne yazık ki; Troia kazı alanına telafisi mümkün olmayan ağır hasar vermiştir. Kazı alanından çıkan her buluntu sonrasında işçileri evlerine göndererek yaptığı kutlamalar; kazıda çalışan ve yöre insanından oluşan işçiler tarafından bile anlatılmıştı. Troia’yı anlamak tüm bu ayrıntıları bir araya getirmek suretiyle olmalıdır. Zira hikâyenin bir tarihi, bir arkeolojik, bir de edebi yanı var. Sadece bir yönü ile ele almak anlam bütünlüğü sağlamadığı gibi bazı konuların havada kalmasına sebebiyet verir.
Çanakkale- İzmir karayolu üzerinde olan kazı alanını tüm bu ayrıntıları bir araya getirerek incelemek; tek başına pek bir anlam ve görkem içermeyen antik kent gezisini çok daha doyurucu yapacaktır.
Baytatil

16 Mayıs 2019 Perşembe

Cittaslow


Cittaslow
Sakin-şehir veya Yavaş-şehir olarak tercüme edilebilecek oldukça yeni bir kavram aslında Cittaslow.
Nüfusunun 50.000 altında olan; 30 ülkede 208 şehir standart olarak belirtilen 70 kıstası yerine getirerek bu unvanı almış durumdalar. Ülkemizde Cittaslow kent sayısı ise 14. Bunlar;
Akyaka, Gökçeada, Göynük, Halfeti, Perşembe, Şavşat, Seferihisar, Taraklı, Uzundere, Gerze, Eğirdir, Vize, Yalvaç ve Yenipazar Cittaslow kent unvanını taşıyan şehirlerimiz.  Tüm hikâye 19 yıl önce Floransa’nın Toskana’daki bir ilçe belediye başkanının fikri olarak ortaya çıkmış. Temel yaklaşım ise modern kentteki insanların insani değerlere yabancılaşması sonucu mutsuz olmasına karşı bilinçli bir kentsel karşı koyma anlayışı olarak özetlenebilir.  Malumumuz modern yaşamımız özellikle metropollerde zamanla yarış halinde geçmektedir. Büyükşehir insanları olarak nerede oturduğumuzu bile işimize uzaklığına veya ulaşım araçlarının sıklıkla uğramasına veya hızlıca kente gelmesiyle ölçüyoruz. Kent merkezleri çoğunlukla hızlıca yiyip- içilecek kafe- restoranlarla, hızlıca ve fazla aramadan tüm markaları bir arada bulabileceğimiz AVM’ lerle ve kentsel hiçbir tarihi bağımızın olmadığı sözüm ona “modern” plazalarla dolu. Cittaslow komitelerle dünya çapında örgütlenerek kıstaslar oluşturmuş. İnsanların sosyal varlıklar olduğu gerçeğini göz ardı etmeden; birbirleriyle sosyalleştiği, ürünlerin daha fazla el emeğine dayalı olduğu veya yöresel karakter barındırdığı, yapıların daha az katlı ve sentetik olmadığı ve burada sayamayacağımız toplamda 70 kıstas ile kentlerin yaşana bilirliği ve yaşam kalitesinin yükselmesi adına kentlerin korunmasına çalışması çok takdir ve dikkat toplayan bir mesele haline gelmiştir. Bu unvana sahip kentler insanlarda merak uyandırmaktadır. Hepimizin hayal ettiği “emekli olunca yerleşeceğim” tadındaki kentler turistik birer çekim merkezi haline geldiler bile.
Son olarak Erzurum’un Uzundere ilçesi bu iddialı unvana layık görüldü. Türkiye’nin en yüksek şelalesi olan Tortum şelalesinin bulunduğu; ilçede yelken, rafting ve kano gibi su sporları yapılabiliyor. Buradaki Tortum gölü ve çayı, Öşvank Manastırı gibi değerlere sahip olmasının yanı sıra Uzundere biyoçeşitlilik açısından da önemli bir yer. Uzundere birçok endemik bitki, memeli, kuş ve kelebek cinsinin yuvasıdır. Cittaslow kentler dizgisini turlarımızda da mümkün mertebe programlarımıza dâhil ederek bu “ alternatif kent ve yaşam” olanağı ile Ankaralı misafirlerimizi tanıştırmak istiyoruz. Hâlihazırdaki programlarımız; Akyaka’yı, Gökçeada’yı, Şavşat’ı, Taraklı’yı, Yalvaç’ı dâhil etmiş durumda. Önümüzdeki yıllarda hem sayısal olarak artmasını hem de hepsini programlarımıza katmayı diliyoruz.
Baytatil 



9 Mayıs 2019 Perşembe

Efes ve Meryem Ana Evi


Ege turlarımızın olmazsa olmazı elbette antik çağ metropolü Efes Antik kentidir. Altın çağını yaşadığı dönemde 250-300 bin arasında nüfusa sahip olan kent; özellikle antik çağın 7 harikasından biri olan Artemisison (Artemis Tapınağı) yapısının da yılda 700 bin ziyaretçisi ile Akdeniz bölgesinde dönemin en bilinen “dini turizm” merkezi konumunda idi. 
Menderes ovasındaki kumul hareketi sonucu limanını ve ticari önemini kaybederek; sıtma hastalığının tehdidine boyun eğen kentin muazzam kalıntıları her dönemde büyük ilgi çekmektedir. Arkeolojik kazılarının yaklaşık 150 yıldır sürdüğünü bildiğimiz kentin; buna rağmen halen %18 inin kazıldığını biliyoruz. Tarsuslu Aziz Paul ’ün 27 ay kaldığı kentin Hristiyan tarihi açısından da büyük önemi vardır. Hele 431 tarihli Efes Konsili ile tüm dünya Hristiyanları Meryem Ananın İsa’nın Annesi (Christodokos) değil; tanrının Annesi (Teodokos) olduğu ilan edilerek bu önemli tartışmaya nokta konulmuştur.   Efes konsili harabelerin içindeki Meryem Ana kilisesinde yapılmış olsa da; Meryem Ana kilisesi olarak bilinen ve ziyaret edilen yer Bülbül dağı üzerinde ve harabelere yaklaşık 8 km uzaklıktadır. Konsilden yüzyıllarca sonra Alman edebiyatçı Clemens Brentano Alman bir rahibenin hayatını anlattığı eserinde; rahibeye Meryem Ananın Efesin kuzeyindeki dağdaki bir kilisede gömülü olduğunu rüyalarında gördüğünü anlatır. Bu rahibe Anna Caterina Emmerich (1774- 1824) isimli çok sofu ve İsa yaraları olarak bilinen Stigmata yaralarını taşımış Katolik bir rahibedir. Bu kitabı okuyan Fransız bir gezgin olan Julien Goyet kitapta anılan yerdeki araştırması sonucu MS 1 yy a tarihlene küçük bir şapel kalıntısı bulur ki; burası Meryem Ananın öldüğü ve gömülü olduğu yer olarak Hristiyanlar arasında kabul görür. Papa 7. Pius’da 1951’ de Katolik dünya için Meryem Ana Evini hac merkezi olarak ilan edince romanın içeriği gerçeğe dönüştü. Artık her yıl yüzbinlerce yerli yabancı turist ve hacıya ev sahipliği yapan önemli bir turizm merkezi oluşmuş oldu. Baytatil olarak tüm Efes turlarımızda Meryem Ana evini de programa dahil ettik. Müslüman inancında da peygamber annesi olarak büyük saygı gören Hz. Meryem makamının ziyaret alanında akan kutsal sulardan içmenizi diler; sizleri Ege turlarımıza bekleriz…
Baytatil

10 Nisan 2019 Çarşamba

Baytatil Neyi Hedefliyor?




BTS Baytatil Seyahat Acentesi olarak Ankara’da kurulmuş bir şirketiz. Kurucularının turizm profesyonelleri olmasından dolayı yaptığımız gözlemler sonucunda Ankaralı seyyahlara uygun fiyatlarla hizmet üretme noktasında önemli bir boşluğu dolduracağımızı düşünerek şirketleşme kararı aldık. Alt yapı çalışmalarımızı tamamladıktan sonra Ankaralı gezginlerin profillerine uygun hizmetler içeren ürünlerimizi hazırlayarak hizmete başlamış bulunuyoruz.  Tüketicilerimizin hizmetine sunduğunuz seyahat ürünlerindeki en önemli özelliklerin başında gerek yurt içi kültür turları olsun; gerekse de yurt dışı turları olsun Ankara çıkışlı olmasına özen gösterdik. Zira Ankaralı gezginlerin en önemli tercihlerinin başında paket turlarda olmak üzere tek fiyat ödeyerek mümkün mertebe tüm hizmetleri tek fiyatla satın alma isteği ve alışkanlığı var. Bunun yanında toplumun tüm katmanlarını ayrı ayrı hedefleyerek paket turlar oluşturduk. Meslek gruplarına özel tematik turları da ürünlerimize dahil ettik. Uygun fiyatlı otellerin pazarlanmasında online ve dinamik bir site oluşturarak hem tüketicilere hem de alt acentelere hizmet vermeye başladık. Yaz aylarını hedefleyen yurt içi kültür turlarında özellikle Karadeniz turumuzu; yurt dışı turlarında ise Balkanlar turumuzu örnek olarak gösterebilirim. Bunların yanında günübirlik kültür turları; hatta uzak doğudaki uygun fiyatlı balayı paketlerimiz de türlü ihtiyaca karşılık verme adına oluşturuldu. Turlarımız oluştururken hizmetleri çeşitli tedarikçilerden uygun fiyatlara hatta en ucuz fiyatlara satın almayı; buna bağlı olarak tüketicilerimize de en uygun en ucuz fiyatlarla ve mütevazı kar marjları ile çalışmayı uygun bulduk. Ankara'nın kalbi sayılabilecek Kızılay semtinde Atatürk Bulvarı üzerinde çok fonksiyonel bir satış ve operasyon ofisimiz, yetkin ve profesyonel çalışma arkadaşlarımızla ve uzun vadeli şirket gelişim ve büyüme hedeflerimizle kalıcı bir seyahat acentesi; hatta BTS firmasıyla yurt dışında incoming hizmetlerini de en kısa zamanda faaliyete sokarak ülkemizin turizm gelirlerine katkıda bulunacağımız düşünüyoruz. Dünyanın dört bir yanındaki yer hizmetleri sağlayıcılarıyla uluslararası fuarlarda oluşan ve giderek partnerlik düzeyine dönüşen ilişkilerimiz sonucunda çok kısa sürelerde operatif hizmetler, transferler, turlar, konaklamalar hatta organizasyonlar yapmaya yetkinleştiğimizi de bildirebiliriz. Yurt içi ve yurt dışı kültür turlarında en kısa sürede tüm ülkemizde faaliyet gösteren seyahat acentelerimize toptancı olarak hizmetler sunmaya da başladık. Yine tüm seyahat trendlerini yakından takip ederek ülkemizdeki ilginç ve çekici festival turlarına da katılım sağlıyor hatta öncülük ettiğimiz de söyleyebiliriz. Sonuç olarak Baytatil seyahat acentesi olarak sağlıklı bir büyüme süreci sonunda tur operatörlüğü yapan; acenteler düzeyinde B2B paneller vererek acentelere de hizmet üretebilen altyapıya sahip; memnun müşteri odaklı ve uzun vadeli bir şirket olma adına yola çıktık. Herkese hayırlı olsun…

Urfa Hakkında Kısa Bilgiler 3

  Harran Ulu Camii 8.yy. da son Emevi Halifesi 2.Mervan yaptırır, adı ‘Cami el Firdevs’(Cennet Camii)olarak geçer kaynaklarda. Doğu cephes...